Kur'ân-ı Kerim Nüzulü, Çoğaltılması, İhtivası, Belagati vd. Nitelikleri (İslam Tarihi)

Kur’ân-ı Kerim

kuran.png 73 177
Son vahiy dini olan İslâm’ın kutsal kitabı. Kur’ân, tercih edilen görüşe göre, “karae” fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh’ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür: “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur’ân’ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail’e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle” (el-Kıyâme, 75/1618). Kur’ân-ı Kerim’in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed’e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.

Kur’ân-ı Kerim’in, Hz Muhammed’in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir” (el-Alâk, 96/1-5). İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur’ân’ın son inen âyeti de şudur: “Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçtim” (el-Mâide, 5/3).

İslâm’ın kutsal kitabının özel adı olan Kur’an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız: “Biz şüphesiz bu kitabı okuyup anlamanız için arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yûsuf, 12/2). “Ey Peygamber! Kur’anı okumak istediğin zaman, Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığın, yani “eûzübillâhimineşşeytânirracîm” de (en-Nahl, 16/98). “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet olunasınız” (el-A’râf, 7/204). “Şüphesiz bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür. Salih amel işleyen mü’minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler” (el-İsrâ, 17/9-10). “Biz Kur’an’ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur’an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr” (el-İsrâ, 17/82).

İslâm hukukunda Kur’ân için daha çok “Kitap” ismi kullanılır. Birçok âyette “el-Kitâb” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür “Elif. Lâm. Mîm. Bu o kitaptır ki, kendisinde (Allah tarafından gönderildiğinde) hiç şüphe yoktur” (el-Bakara, 2/1). Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur’ân için başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: el-Furkân (el-Furkân, 25/1), ez-Zikr (el-Hicr, 15/9), en-Nûr (en-Nisâ, 4/174), er-Rûh (eş-Şûrâ, 42/52), el-Hudâ (el-Bakara, 2/2), eş-Şifâ (el-İsrâ, 17/82), el-Mecîd (el-Burûc, 85/21-22), el-Mesânî (ez-Zümer, 39/23), Ümmü’l-Kitab (ez-Zuhruf, 43/1-4)

Kur’ân’ın Toplanması:

Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s)’in sağlığında Kur’an’ın bütününü yazmıştır. İnen her âyeti bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s), nâzil olan âyetlerin ashabı tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz. Peygamber, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa’d, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapan sahabilerden bazılarıdır.

Kur’an-ı Kerim, Hz. peygamber devrinde bizzat vahiy meleği ve Nebi (s.a.s)’in birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Peygamber’ in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir (Buharî Tecrid-i Sarih, XI, 228) Hz. Peygamber’in vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur’an inen son âyetle tamamlanmış oldu.

Yüz on dört sûre, altıbin altıyüz altmış altı âyetten müteşekkildir.

Kur’an sûreleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke’de inmesi dolayısıyla “Mekkî”, bazıları Medine’de indirildiklerinden “Medenî” diye nitelendirilmiş ve yirmi iki yılda tamamlanmıştır.

Vahyedilen bütün sûrelerin hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara yazılmak suretiyle korunmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s)’in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hafız (kurrâ)’ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur’an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761).

Hafız ve kâtib olan Zeyd b. Sâbit, Hz. Ebû Bekir’in talimi, Hz. Ömer’in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı Kur’an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur’an-ı Kerim’in aslî nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir’e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sâbit’in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir. Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle iki kapak arasında “İmam Mushaf” üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur’an-ı Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan “Mushaf” haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.

Hz. Ömer devrinde Kur’an öğretimine hız verildi. Gerek Medine’de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648’de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Hz. Osman’a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Hz. Osman, Rasulullâh’ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Hz. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Hz. Ömer’in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa’ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra’ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali’nin Hz. Osman için “Eğer Osman (r.a) Kur’an’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği bilinmektedir.

Kur’an-ı Kerim Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Ondört yerinde tilâvet secdesi yer almaktadır (el-A’raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl, 16/50; el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21; Alâk, 96/19). Bunlar okunduğunda tilâvet secdesi yapmak vacibdir.

Hz. Osman (r.a) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent’te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran’larla Taşkent’teki Kur’an arasında tam bir benzerlik, aynılık sözkonusudur. (Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763).

Hz. Ebû Bekr’in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur’an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes’ud’un (ö.32/652) “Habeşistan’da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını vermişlerdi” demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur (Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân f F Ulûmi’l-Kur’ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124). Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.

Kur’an-ı Kerîm’in Muhtevası:

Kur’an yirmi üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah’ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)’den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah’a ortak koşma ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir: “Onlara; Allah’ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (el-Bakara, 2/170).

Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Âdem’den sonra peygamber olan Hz. Nuh’tan itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar: “Şüphesiz biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Dâvud’a Zebûr’u verdik” (en-Nisâ, 4/163)

Medine’de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M.622 tarihinden itibaren artık Medine’de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti teşekkül etmişti. Bu Devlet’in basında da Allah’ın elçisi Hz Muhammed bulunuyordu.

Allah-ü Teala hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur’an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş, gelenler de giderek tamamlanmıştır. Mesela: namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır. (bk. El-Bakara, 2/219; en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91)

Kur’an-ı Kerim’de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” (el-Bakara, 2/286)

Hükümlerde başka bir özellik de kolaylık prensibidir. “Allah size kolaylık diler. Size güçlük istemez” (el-Bakara, 2/185, ayrıca şu ayetlere bakınız: el-Bakara, 2/286, Âlu İmran, 3/159)

Hz. Peygamber ayetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda çok soru soran sahabelere: “Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın” (Buhari, el-Cami’, IV, 422) buyururdu. Nitekim hac ibadeti farz kılınınca (b. Alu İmran, 3/97, el-Hac, 22/27, el-Bakara, 2/196, 197) Resûlüllah (s.a.s.) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin bu ibadeti için: “Her yıl mı?” sorusuna üç defa tekrarlaması üzerine, Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve aldıkları cevaplarla amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakın” (Buhari, el-Cami” IV, 422)

Kur’an’ın parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu. Müşrikler Kur’an’ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi: “İnkar edenler; Kur’an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz” (el-Furkan, 25/32)

Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü nüzul). Kur’an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.

Kur’an-ı Kerim’i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir’in halifeliği sırasında Kur’an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud’un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; “Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir.” (el-Maide, 5/89) âyetinin devamında “mütetâbiat (peşpeşe)” ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes’ud’un annelerin nafakası ile ilgili: “Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür.” (el-Bakara, 2/233) âyetindeki “mirasçı hakkında “zi’r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur’an’dan sayılmaz (Zekiyüddin Şaban, Usulü’l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47)

Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber’ den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah’ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur’ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz (Zekiyuddin Şa’ban, a.g.e., s.47, 48).

Kur’ân-ı Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir: “Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğiniz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah’tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın” (el-Bakara, 2/23) “Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?” De ki: “Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah’tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın” (Yunûs 10/38).

Kur’an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur: “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (el-Enbiyâ, 21/107) Bu özelliği Kur’an’ın i’caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur’an’ın insan gücü üstündeki bazı özellikleri şunlardır:

1. Belâgat: Kur’an’ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur’an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir: “Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah’ın azabı çok çetindir” (el-Hac, 22/ 1, 2).

2. Kur’an’ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur’an; Hz. Nuh, Lut, İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Yine Hz. Musa ve Fir’avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem’i, Hz. İsa ve doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir. Bunlar, diğer semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed’in diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda şöyle buyurulur: “Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi” (el-Ankebût, 29/48).

3. Kur’ân’ın gelecek olayları haber verişi: Kur’an’da haber verilen, geleceğe ait bir takım olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:

İslâm’ın ortaya çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak’ın bir bölümü Bizans’a bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti. İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı ele geçirmiş, Anadolu’yu da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti. Bu haber Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans’ı yenip perişan ettiği gibi, kendilerinin müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar hristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur’an-ı kerim’in şu âyetleri indi:

“Elif.Lâm.Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o gün mü’minler Allah’ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür, esirgeyicidir”(er-Rum, 30/1-5).

Hz. Ebû Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef’le bahse girdi. Bunu haber alan Rasûlüllah (s.a.s), âyetteki “bıd”‘ kelimesi üç ilâ dokuz arası sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin vereceği deve sayısı da yüz’e çıkarıldı. Gerçekten “Bedir” gününde, Bizanslılar İran’ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey’in varislerinden bu develeri alarak, Rasûlüllah’ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 276, 304; Buhârî, Tefsiru Sûreti’d-Duhân, VI, 164; Tefsîru’t-Taberî, XXI, 12-15; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1985, VI, 304-310; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, V, 3794-3802).

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de müslümanlara Mescid-i Haram’a girecekleri va’dedilmiş ve şöyle buyurulmuştu: “Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer verecektir” (el-Feth, 48/27). Mekke fethi ve arkasından yapılan veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır (bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55).

4. Kur’an bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır. Kur’an’ın açıkladığı öyle bilimsel gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık. Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz” (el-Mü’minûn, 23/12-16).

Yer, gök ve canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur: “inkâr edenler, gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?” (el-Enbiyâ. 21/30).

Kur’an’da bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları, kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed’in başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye’ye kadar gidip gelmiştir. Kur’an’da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar arasında sayılabilir. Allah’ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten uzaktır.

Çelişki gibi algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin, astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi (bk. Yâsin, 36/38), gök cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü (er-Ra’d, 13/2; Lokmân, 31/10), rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu (el-Hicr, 15/22) bunlar arasında sayılabilir.

Kur’an’da yer alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Çünkü Allah’ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; “Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (en-Nisâ, 4/80) buyurur.

Kur’an-ı Kerim’in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

1. İbadetler:

Kur’an’da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş, ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah elçisi; “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” (Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27). Haccın esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318, 366). Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama şartlarını açıklamıştır.

Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla sağlanmaktadır. Kur’an’da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin keffâreti (el-Mâide, 5/89; bk. “Yemin Keffâreti”), bir mü’mini yanlışlıkla öldürme keffâreti (en-Nisâ, 4/92 bk. “Katı Keffâreti”) ve zıhar keffâreti (el-Mücâdele, 58/1-4; bk. “Zıhar Keffâreti” mad.).

2. Muâmeleler:

Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

Kur’ân-ı kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin” (en-Nisâ, 4/29). Diğer yandan ticarî yatırımlarda kârın meşrû oluşu “risk” esasına bağlanmıştır. İslâm, riske katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa “faiz” adını vermiş ve bunu yasaklamıştır (bk. el-Bakara, 2/275-280). Nakit tasarrufunu başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir. Bu takdirde rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm’da riske katılma yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.

Aile hukuku ile ilgili hükümler de Kur’ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında, aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden sonrası için miras hükümleri belirlenir.

İdare edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve koruma ilkeleri gözetir.

a. Adalet bütün hakların ve mülkün temelidir.
Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Şüphesiz ki, Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ, 4/58). Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir: “Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder” (en-Nahl, 16/90). Kur’an adaleti, idare edenlerle idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.

b. Şûrâ: Kur’an-ı Kerîm şûrâyı (istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Dünyaya ait işlerde onlarla istişare et. Bir kere karar verince de, artık Allah’a güvenip dayan ” (Âlu İmran, 3/159). “Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) yoluyladır” (eş-Şûrâ, 42/38). Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir. Nass’ın işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır (Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, Daru’l Fıkri’l-Arabî tab’ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142). Burada şûrâ şekil ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.

c. Yardımlaşma:
Yönetimle toplum ve bütün mü’minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Birbirinizle iyilik ve takvada yardımlaşın, günah işleme ve haksızlıkta yardımlaşmayın” (el-Mâide, 5/2).

d. Koruma:
Toplumun, mal, can, ırz ve namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.

Sonuç olarak Kur’an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş, fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur’ân’ın okunması, dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin uygulanması birer ibadettir. Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur. Ancak Kur’an’ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya çalışmaktır.

Hamdi DÖNDÜREN-Naci YENGİN Şamil İA

Kur’ân-ı Kerim

İslam´ın kutsal kitabının adlarından biri ve özel adıdır. Kur’an-ı Kerim´e bu ad, yine Kur´an-ı Kerim tarafından verilmiştir. Kelime olarak, üzerinde çeşitli görüşler öne sürülmüş; kimileri Arapça bir kelime olduğunu belirtirken, kimileri Aramipe kökenli bir ad olduğu kanısında bulun­muşlardır. Ferra, ´karine´ kelimesinin çoğulundan turediğini belirterek, anlamını  “benzeyiş” olduğunu, bunun da Kur´an-ı Kerim´in bir bölümünün bir bölümüne ´karine´ oluşundan kaynaklandığım söyler. Eş´arî, ´karn´ fiilenden türeme bir ke­lime olduğunu ve´ bir şeyi diğerine yaklaştırıp bitiştirmek’ anlamına geldiğini belirtir. Zeccac, ´kar-a´ kelimesinden türemiş, toplayıp bir araya getirme anlamında bir kelime olduğu düşüncesindedir, lihyani, ´kar-a´dan türemiş olduğunu ve bu kök kelimenin de´ tela/okumak´ anlamını taşı­dığını ifadeden sonra, Kur´an-ıKerim´de-ki (Kıyamet, 17-18) “onu sende toplamak (cem´a) ve okutmak (kur´ane) muhakkak bize düşer, öyleyse, onu okuduğumuzda (ka-ra´ne^okunana (Kur´ane)»/1 anlamını ta­şıyan ayeti kanıt olarak getirir. Bu tartıp malı alanda en tercih edilen yaklaşımın son olarak andığımız Lihyani´nin görüşü olmasına karşın, İmam Şafii´ nin açıklaması da oldukça ilginçtir. O, Kur’an-ı Kerim´in hemzesiz, yani ´Kur’an’ biçiminde okunması gerektiğini belirttikten sonra, bu adın herhangi bir kelimeden türetilmemiş olduğunu, çünkü ´kar-a´den türetilme durumunda okunan herşeye bu adın verilmesi gerektiğini, oysa ´Kur’an´ sözünün Hz.Muhammed´e (s.) indirilen kitabı belirten çok özel bir ad olduğunu; Tevrat ve İncil´e bu adların verilmiş olması gibi ona da ´Kur´an´ adının verildiğini söyler.

Kur´an-ı Kerim´de, onun başka adları da geçer. Kitab: Derlenmiş, yazılmış düzenli söz; Furkan: Hakkı batıldan, helali haramdan ayıran; Zikr: Bir şeyi anmak; Mev´ize: Öğüt, Hükm: Bir konuyu kesin çözüme ulaştırmak; Hikmet: Aklın doğrulayacağı olgu, gerçeği tanıma, belirleme tutumu; Şifa: İnsanları dert ve sorunlar­dan kurtarıcı: Hûda: Doğru Yola iletici; Tenzil: İndirilmiş olan; Nur: Işık, aydınlatıcı, bu adlardan bir kaçıdır. Kimileri 55, kimileri 84 ad saymışlardır. Ancak, bunlardan tamamına yakın bir kısmı, ad ol­maktan çok ´sıfat’ olup Kur´an´ın özelliklerini belirleyici anlamlar taşırlar.

Kur´an-ı Kerim, ´sure´ denilen bölümlere ayrılmıştır. Sure sayısı 114´tür. Surelerin kimi zaman bir cümle, kimi zaman bir­kaç cümle, kimi zamansa bir cümlecik, hatta birkaç harften oluşan bölümlerine de ´ayet* denilir ve Kur´an-ı Kerim´in 6666 ayetten oluştuğu ifadesi oldukça yaygın bir söyleyiştir. Ancak, bu sayı, tanın­mış bilgin Zemabşerrnin belirlemesi olup, ayet sayısını 6204´e dek indiren görüşler de vardır. Bu durum, Kur´an-ı Kerim´deki kimi ibarelerin çeşitli nüshalarda eksik ya da fazla oluşundan değil; kıraatları farkları, sure başlarındaki ´besmele´leri surenin ayeti sayıp saymamak, kimi surelerin başındaki ´huruf-u mukatta/bağımsız harfler´i birer ayet olarak gö­rüp görmemek gibi değişik yaklaşımlardan kaynaklanmış olup, gerçekte tüm nüshalar harfi harfine aynıdır ve Hz.Osman Mushafıyla olan bu aynılığı belirtmek için de Kur* an bilimleri literatüründe ´Kur´an´ın resmi´ deyimi kullanılır. Genel tertibe göre 600 sayfa dolaylarında bir kitap olan Kur´an-ı Kerim, kimi okuyuş ve ezberleyiş kolaylıkları sağlamak üzere, ayrıca (sayfa tutar nüshalara göre) 20´şer sahifelik ´cüz´lere ayrılmış olup, tamamı 30 cüz olmaktadır. Cüzler de kendi içinde hiziplere ayrılır. Kur´an-ı Kerim´in tertibindeki bir başka özellik de uzun surelerin başta, kısa surelerin sonlarda yer al­masıdır. En uzun sure olan ´Bakara´, yaklaşık, Kur´an-ı Kerim´in l/12″si kadar olup, 286 ayettir. En kısa sureler ise, üç ayettir.

Ancak, sure ve ayet bölümlemesini ko­nulara göre yapılmış olan birer ayırım gi­bi değerlendirmemek gerekir. Gerçekten de uzun surelerde olduğu gibi, kısaların­da da, hatta bazen bir tek ayetin içinde ve ayetin bir cümlesinde bile değişik konulara değinilir. Bu dış görünüşüyle, konu ba­kımından bir ´dağınıklık´ izlenimi uyandırıyor olmakla birlikte, dikkat edildiğinde ve özellikle bulunulan bölümün baş tarafları ve sonlarına anlam bakımından tam bir hakimiyetle eğilindiğinde böyle bir dağınıklığın değil de, konular arasında fark­lı ve Kur´an-ı Kerim´e özgü bir bağlantı­nın, bir bütünlüğün bulunduğu gözlenir. Özellikle birkaç kez okunduktan ve böylece Kur´an-ı Kerim´ingenel çerçevesi tanı­nıp, deyim yerindeyse Kur´an mantığı kavrandıktan sonra bu bütünlüğün hem özgünlüğü, hem de alışılagelen bölümleme ve ayırımlarla oluşturulan ´kitap çatısı´ dü­zenine üstünlüğü daha iyi farkedilebilir. Kaldı ki, duyarlılık içindeyken algılanabi­len aydınlığına bakılarak Kur´an-ı Ke­rim´in her cümle hatta her kelime ve kav­ramının düşünülebilenin ötesindeki kuşatıcı lığı karşısında, aslında, onun her harfinin evrenle bütünlük içinde olduğu düşünülürse, böylesine kuşatıcı ve bütüncül anlamların alışılagelen bir konu ayırımına göre bölünmesinin hem imkansızlığı, hem de gereksizliği kolayca anlaşılır.

Kur´an-ı Kerim, parçalar halinde ve belli bir sıraya bağlı 23 yıllık bir sürede indirilerek tamamlanmıştır. Genelde küçük sureler, bir defada; büyükleriyse parçalar halinde indiği halde, büyük surelerden bir defada inenler olduğu gibi, küçüklerinden de parça parça inenler vardır. ´înme´ ya da ´indirme´ Cebrail adlı melek aracılığıyla gerçekleşmiştir. Kur´an-ı Kerim, Yüce Allah tarafından bu meleğin elçiliği yoluyla Hz. Muhammed´e (s.) vahyedilmiş; Hz. Muhammed de kendisine vahyedilen sureleri hem ezberlemiş, hem çevre­sindekilere ezberletmiş, hem de “vahy katipleri” dîye adlandırılan sahabilere yaz-dırtarak korunmalarını sağlamıştır. Bu yapılırken, hangi ayetin hangi sure içinde yer aldığı, hangisinin daha önce, hangisinin daha sonra yerleştirileceği de özellikler belirtilmiş; böylece, onun zamanında Kur´an´ın bir kitap halinde bir araya geti­rilmemiş olmasına karşılık, şu anda elimizde bulunan tertibe uygun bir düzenleme gerçekleştirilmiş ve bu haliyle ezberle­nen ´Kitap´, birçok kez onun huzurunda ´tilavet´ edildikten başka, aynı şey Hz. Muhammed ile Cebrail arasında da yapılmıştır. Aynı zamanda onun peygamberlik süresi olan Kur´an´ın parçalar halinde indiği 23 yıllık zaman diliminin 13 yılı Mekke´de, 10 yılı Medine´de geçtiğinden, sureleri de Mekke ya da Medine´de indirilmiş olmalarına göre ´Mekki´ ve ´Medeni´ olarak adlandırılır. ´Mekki´ olan 93 surede ağırlıklı olarak iman konuları, Medeni olanlarda ise imanın yaşama yansıtılması, uygulama yöntemleri ele alınmıştır. İlk inen ayetler Alak suresinin ilk beş ayeti; sonuncusu İse, üç ayetli ´Nasr´ süresidir. İlki Kur´an-ı Kerim´in 96. suresi içinde yer alır, sonuncusu ise 110. suredir.

Kur´an-ı Kerim´in ilk yazılışı Rasulullah, ilk derlenişi Hz.Ebubekir, ilk çoğaltılışı da Hz. Osman döneminde gerçekleştirilmiştir. Her yeni ayet inişinde Hz. Peygamber´in vahiy katiplerini çağırtarak o ayeti yazdınşı ve hangi surenin hangi ayetinin öncesine ve sonrasına eklenmesi ge­rektiği yolunda bilgi verişi hakkındaki rivayetler; İslam´ın başlangıç döneminde hadisleri yazmak isteyen sahabiye Allah Resulünün (Kur´an-ı Kerim´le karışabilir kaygısıyla) “Benden Kur´an´dan başka birşey yazmayınız” diye buyurmuş olması; Hz. Ömer´in İslam´ı kabulü sırasında Kur´an-ı Kerim sahifelerini isteyip oku­muş olması olayı ve Kur´an-ı Kerim´in toplanması çalışmalarında herkesten ellerindeki yazılı olanların istenmiş bulunması gibi olaylar Kur´an-ı Kerim´in Hz.Peygamber döneminde yazılmış olduğunu gösteren kanıtlardır. Yazılmış olmanın ötesinde çok sayıda sahabi O´nu ezberle­miş ve Allah´ın elçisinin huzurunda baş­tan sona -birçok kez- tilavet etmişlerdir. Bu hafızların hafızasındaki Kur´an-ı Ke­rim´in aynı sıralama ve tertip içinde oldu­ğuna ilişkin bilgileri derleyebileceğimiz birçok hadis bulunmaktadır.

Hz.Ebubekir´in (r.) halife oluşuyla birlikte birçok olayların ortaya çıktığı bilinmektedir. Pek çok kimse dinden dönmüş, sahte kimi peygamberler ortaya çıkmış, kabilelerden birkaçı´zekat´vermekten kaçınmış ve bütün bunlar üzerine de hilafetin daha ilk günlerinden itibaren birçok savaşlar olmuş, pek çok sahabi şehit düşmüştür. Bu durumu gözleyen Hz.Ömer, savaşlar sırasında daha pek çok sahabinin şehit düşeceğini düşünerek, Hz.Ebubekir´e başvurup, önlem için görüşmüştür. Bunun üzerine Hz.Ebubekir, Zeyd b. Sabit´i çağırarak, ondan Kur´an-ı bir araya toplayıp, yazmasını ister. Zeyd, yaptığı ça­lışmanın yöntemini şu cümlelerle özetler:

“Kur´an´ı yazılı bulunduğu hurma dallarından, taşlar üzerinden ve hafızların hafızalarından takib ettim”. Buradaki ´takib ettim´ ifadesi, üzerinde durulması gereken bir noktadır. Çünkü, bu anlatım, Kur´an-ı Kerim´in yalnızca bir derlemesinin yapılmayıp, bütün yazılanların ve hafızalarda olanın karşılaştırılması yoluyla bir tahkik-derleme yapıldığını gösterir. Gerçekten de, işe karar verilince, Hz.Ömer bir duyuru yaparak, kimin elinde Kur´an ayetlerinden ne varsa, Zeyd´e iletmesini ister. Herkes elindeki hurma yapraklarını, kağıtları, taş levhaları, derileri ve hatta yassı kemikleri götürür. Ancak, bu götürdüğünün Hz. Muhammed´den (s.) alınmış Kur´an ayeti olduğunu ispat etmesi İçin iki de şahit bulundurması aranır. Böylece derlenen ibareler birbirleriyle ve hafızların ezberinde bulunanla karşı­laştırıldıktan sora, kayda geçirilirdi. As-hab´ın büyük bir bölümünün yaşadığı dö­nemde -ve herkese açık ortamda- yapılan bu yazım işi sonunda oluşturulan Kur´an-ı Kerim nüshası Hz. Ebubekir´e verildi. Onun ölümünden sonra Hz.Ömer´e, ondan da kızı Hafsa´ya geçer ve onun ve ezberinde olanlardan yapılarak, süpürüp gitmektedir. Bu da, Hazreti Peygamber zamanında ´öğrenmekte kolaylık olsun diye´ izin verilmiş bulunan ´lehçe farklan´nın ele geçirilen topraklarda yay­gınlaşmasına ve hatta zaman zaman ´benim lehçemle okuyuş daha doğrudur´ diyenlerin tartışmalarına, ihtilaflarına yol açmaktadır. Özellikle Huzeyfe´nin bu yol­daki gözlemlerini Halife Hazreti Os­man´a aktarması üzerine bir çözüm düşü-nelerek, elde bulunan Hz.Ebubekir dönemindeki nüshanın çoğaltılıp ´resmi´ nüs­ha şeklinde her yana gönderilmesine ka­rar verilir. Yeniden Zeyd başkanlığında bir komisyon oluşturulur. Onunla birlikte Abdullah b. Zübeyir, Said b. As, Abdurrahman b. Haris (b.Hişam) Hafsa´da bulunan nüshanın çoğaltılması işini yürüte­ceklerdir. Halife´nin talimatı şöyledir: “Aranızda ihtilaf ettiğinizde Kur´an-ı Ke-rim´i Kureyş lisanıyla yazınız” (Zeyd, Me-dineli; diğerleri ise Mekkeli´dir). Çünkü, hedef, yer yer gözlenen lehçe farklarından doğma ihtilafların giderilmesini ve Kur´an-ı Kerim´İn indiği Kureyş lehçesiy­le her yanda okunmasını ve yayılmasını sağlamaktır. Bu ihtilafların içeriğiyle ilgili bir örnek olarak şu olayı anabiliriz: Ço­ğaltma yazımı sırasında sıra sonunda ´t´ bulunan bir kelimeye geldiğinde, Zeyd bu­nun son harfinin ´kapalı te´ ile yazılması gerektiğini söyler; diğerleri Kureyş lehçesinde açık ´te´nin kullanıldığını belirtince, öylece yazılır. Hz.AH, Hz.Ubeyy, Enes b. Malik ve Abdullah b. Abbas´ın da müşa-hid olarak bulunduğu çoğaltma komisyonu, Hafsa nüshasından4 nüsha istinsah ettikten sonra, onunkini geri verir. Yenİ is­tinsah edilen nüshalardan biri Haüfe´de kalır, diğerleri ise ayetlere gönderilir ve eldeki diğer metinlerin yakılarak ortadan kaldırılması buyruğu verilir. Bu dönemde, Hafsa´nın mushafı dışında Abdullah b. Mes´ud´un mushafı ile Ubeyy b. Ka´b´ın mushafı gibi ünü oldukça yaygın nüshalar yanında başkaları da bulunmak­taydı. Hz. Osman´ın ´yakınız´ yollu buyruğu benimsendiği için sözkonusu yüzyıllarda Kur´an Tarİhi´ne ilişkin eser yazanlardan bu nüshaları (özellikle ünlü İbni Mes´ud ve İbn Ka´b nüshalarını) görüp inceleyenler olmuş, haklarında bilgi vermiş­lerdir. Buna göre, İbn Mes´ud mushafında baştaki Fatiha ile sondaki ´Muavvezeteyn´ bulunmamakta; İbn Ka´b mushafında ise, fazladan, Hazreti Peygamber´e ait İki dua yer almaktadır ki, bunlar da, ´vitir´ namazlarında okunan ´kunut´ dualarıdır. Ashabın tamamı ise, bu anılan nüshaları desteklememiş Hafsa nüshası üzerinde birleşmişlerdir. Nitekim Hz. Osman dö­neminde ve sonrasında çıkan bir çok siyasi anlaşmazlık ve uyuşmazlık sırasında ih­tilaf olunan pek çok nokta gündeme geti­rildiği halde, hiç kimse Kur´an-ı Kerim üzerinde farklı bir görüş açıklayıp, eldeki nüshada eksiklik, fazlalık, ya da yanlışlık olduğunu ileri sürmemiştir. Hz. Osman mushafı, noktasız ve harekesiz bir mushaftır. Arap dilini bilenler İçin bu durum bir sorun oluşturmamakla birlikte, za­man içinde, diğer kavimlerden İslam´ı kabul edenler Arapça bilmedikleri için Kur´an´m okunması konusunda güçlükle karşılaşmış ve hatta zaman zaman yanlış anlamalara yol açabilecek biçimde okumalar gözlenmiştir. Bunun üzerine, Kur´an´ın noktalanması yoluna gidilmiş, harfler noktalanmış; sonra da düzgün ve kolay okunuşu sağlamak üzere ´harekeler´ konulmuştur. Basamaklı bir gerçekleştirmenin sözkonusu olmasına karşın, işin Abdülmelik zamanında Haccac´ın buyruğuyla yapıldığı görüşü yaygındır.

Kur´an, ayetlerini ikiye ayırır: Muhkem ayetler, müteşabih ayetler. Muhkem olanlar, Kur´an-ı Kerim´in kendi anlatımıyla ´kitabın temeli´dir. Müteşabih olanlar ise, çeşitli anlamlara yorumlanmaya elverişli görünenlerdir. Ancak, bu yorumlanma birinin diğerine açıklık getirmesi ve anlamca destek olması yoluyla gerçekleşebilecek yorumlar olmayı aştığında, kalpte bir eğrilik ve kasıtta bir fitne sözkonusu olacaktır. Bu durumda, müteşabihlerin yorumunda, ´muhkem´lerin aydınlığından yararlanmak gerekcektir. Bu noktadan çıkan alimlerden bü* bölümü her müteşabihin aslında muhkemlerle aydınlatılmış olmasından ötürü, müteşabihlerin yorumunda bir başıboşluk olamayacağını ve muhkemlerle sımsıkı bir bağlılık İçinde bulunduğunu ifade ederler. Kalb eğriliği ve fitne kastından kurtuluş demek ki müteşabihler´muhkem´lerin ışığında yorum­lamakla mümkün olabilecektir. Bu yakla­şım sonunda, Kur´an yine Kur´an´la tefsir edilip, anlaşılmış olacaktır.

Kur´an-ı Kerim´in kendini tanımlarken içinde hiçbir ayrılık bulunmadığını belirterek, bunun da Allah tarafından İndirilmiş olmasının bir göstergesi olduğunu bildi­rir. Bununla birlikte ona açıklama getirmek için yapılan çalışmalarda ayetleri ´mevzii´, yüzeysel ve sınırlı bir biçimde de­ğerlendirme gibi durumlar ortaya çıktığında ´aykırılığın mümkün olmaması´ olgusu karşısında çareler aranmış ve sonunda kimi alimler tarafından ´Kur´an´ın iki ayrı ayetine dayanılarak ´nasih ve mensuh´ formülü ortaya atılmıştır. Buna göre, ayetler den kimileri kimilerini neshetmiş, hükmünü ortadan kaldırmış oMuğıradantpr aykırılık sözkonusu değildir. Kur´an Ke-rim´e bütüncü bakış ve yaklaşımdaki hakimiyeti elinde tutup tutamama doğrultu­sunda, alimler arasında, ´nasih-mensuh´ sayısında görüşbirliğine varılamamış; bu sayının 200´den de fazla olduğunu öne sü­renler çıkmıştır. İmam Suyuti Kur´an´da Mensuhu çoğaltmanın yanlışlığına değinip bu durumda olduğu ileri sürülen ayet­leri inceleyerek bu sayıyı 22´ye düşürmüş; Suyuti´nin ´mensuh´ olarak niteledikleri­ni irdeleyen Dehlevi ise, yalnızca 5 ayette ´mensuh´ olmanın sözkonusu edilebileceğini belirlemiştir. Ancak, daha sonra yapı­lan çalışmalarla bu 5 ayet için de ´mensuh´ nitelemesinin yapılamayacağı, onların ´ nesh´ ayetleriyle bağdaştırabildiiği sonucuna varılmıştır. Halen bu konu tartışmalı olmakla birlikte Kur´an-ı Kerim´in kıyamete dek geçerli olduğu gerçeğinin ışığında ´mensuh´a pek yer kalmadığını da gözönünde tutmak gerekecektir.´Mensuh´un bulunmadığı görüşünü taşıyan alimler, ´nasih-mensuh´ konusunda kanıt gösteriln ayetlerin Kur´an´a değil, önceki şeriatlere işaret ettiği görüşündedirler.

Kur´an, yine kendi belirlemesiyle, Allah kelamıdır. Hükümleri kıyamete dek geçerlidir, bir tek ayetinin bile benzerini yapmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Arapça´dır. Arapça olmasının hikmeti, gönderildiği kavmin Arapça konuşuyor olmasından ötürü kolayca anlaşılabilmesidir. O, yine kendi ifadesiyle, apaçık, kolaylaştırılmış, anlaşılır bir kitaptır. İnsanlığa karanlıktan aydınlığa çıkarıcı yollar göstermekte, hükümler getirmektedir ve önceki dinlerdeki birçok hükümleri kolaylaştırmak, kullanım yükünü hafifletmek için gönderilmiştir.

Kur´an Yüce Allah´ın koruması altında bir kitaptır. Bugüne dek tahrifata uğramadığı gibi, bundan sonra da üzerinde herhangi bir değişiklik yapılamayacak olan ki­taptır. Bu bakımdan, Kur´an tercümeleri, ancak, birer ´tercüme´ olup, Kur´an-ı Ke­rim´in kendisi değildir. Hatta anlamının genişliği yüzünden tam bir tercüme de mümkün olmadığı için, bunlara ´meal´ adı verilir; onların bir bakıma yaklaşık tercüme olduğu kabul edilir. Bu sebeple de Kur´an´ın başka dile çevrilmesiyle oluşturulmuş metinlere ´Türkçe Kur´an´, ´İngilizce Kur´an´ ve buna benzer adlar verilmez, yalnızca Kur´an-ı Kerim´in Türkçe Meali, İngilizce Meali´ denir.

Kur´an-ı Kerim, kendisine ancak temiz kimselerin el sürebileceğini, ulaşabileceğini buyurur. Bu bakımdan O´nu okurken feyzinden yararlanmak, aydınlığından pay alabilmek, anlamına tutarlı yaklaşım­larda bulunabilmek için kesinlikle abdestli olmak gerekir. Yoksa, Kur´an-ı Kerim kendisini açmaz, okuyana kapalı kalır. Kur´an-ı Kerim´in ibadet amacıyla okunuyor olması da abdestli olmayı gerektirir. Ayrıca, yine okumaya başlarken ´taşlanmış şeytanın şerrinden Allah´a sığınma´da bulunulması da Kur´an-ı Kerim´in buyruğudur.

Zübeyİr YETİK – SBA

Daha yeni Daha eski