hz-ali-ya ali.jpg 97 184 Rafızîlik
Kelime anlamıyla ‘terketmek’ demek olup, İslâm tarihinde kazandığı anlam ve muhtevayla, Özel olarak, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerinden dolayı Zeyd bin Ali Zeynelabidin’den ayrılan, genel olarak ise başta İmamiyye olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplarını içine alacak şekilde kullanılan bir kavramdır.
İslâm târihinde iç çekişmelere ve özellikle itikadı mezhepleşmeye sebep olan etkenlerin başında Hilâfet meselesinin geldiğini söylemek abartma olmayacaktır. Öyle ki, itikadi bir mesele değilken daha sonra kazandığı önem nedeniyle itikadı meseleler arasına girmiş ve akaid ve kelâm kitaplarında Halifelik başlığı altında incelendiği gibi, itikadı mezhebler ve hattâ önemli imamlar ve mezheb imamları tanıtılırken, bütün bunların halifelik konusundaki görüş ve inançları da söz konusu edilmiştir.
Rasulullah’ın (s.) vefatının ardından Hz. Ebu Bekir’in ilk halife seçilmesiyle başlamış olmakla birlikte çabuk kapanan, fakat Hz. Osman’ın on iki yıllık hilâfetinin ikinci altıncı yılında yeniden gündeme gelerek onun şehid edilmesi ve Hz. Ali zamanındaki, Cemel, Sıffin savaşlarıyla, Haricilik, adlı bir akımın da doğmasından sorumlu olan Halifelik konusundaki ihtilâflar artık daha sonraki dönemlerde en çok tartışılan sorunların başında yer almıştır.
Gerek çok küçük yaşından itibaren Rasulullah’ın evinde ve terbiyesinde büyümüş olması, gerek İslâm’ı Hz. Hatice’yle birlikte ilk kabul eden ve her bakımdan İslâm’a en büyük omuz verenlerin başında yer alması ve gerekse imanı, islâmi, ilmi, cesareti ve savaşçılığı gibi meziyet ve faziletleriyle tebarüz edip hakkında pek çok ayetin inip, pek çok hadîsin de irad edilmiş olması, hepsinden önemlisi Kur’an’da ve hadiste sevilip kendilerine uyulması istenen Ehl-i Beyt’e dahil bulunması gibi faktörlerin etkisinin yanışını, kendi halifeliği dönemindeki uygulamalarıyla da Hz. Ali’nin etrafında belli bir mü’minler grubunun kümelendiği tarihî bir gerçektir. Bu grup, Hz. Ali’nin şehid edilmesi, Rasulullah’ın iki sevgili torunundan Hz. Hasan’ın altı aylık talihsiz hilâfeti ve daha sonra zehirlenerek şehid edilmesi ve nihayet Rasulullah’ın vefatından yarım asır sonra Hz. Hüseyin’in de ev halkından ve Haşimîler’den 72 kişiyle birlikte Kerbelâ çölünde şehit edilmeleriyle gittikçe bir ‘fırka’ halini almaya yüz tutmuştur. Artık hadiselere fikri ve itikadı açıklamaların getirilmeğe de başlandığı bu dönemde, Rasulullah’tan sonra ümmetin başına kimin geçmesi gerektiği ve dolayısıyle ilk halifelerin de bu çerçevedeki konumu tartışmalara yol açmış ve değişik görüşler ileri sürülür olmuştur. Hz. Hüseyin’in hayatta kalan tek oğlu, ‘Abidlerin Süsü’ (Zeynü’l-abidîn) lakabıyla meşhur Hz. Ali (Zeynelabidîn) ömrü boyunca ilim, ibadet, fakirlere ve kimsesizlere yardım, zühd ve takvadan başka kendine yol seçmeyip, ‘siyasî konularda belki tek bir kelime bile etmediğinden, onun vefatına kadar, yukarda sözü edilen ve kendilerine Ali’nin Şiası, ya da sadece Şia denilen grup fıkhî konularda bile diğer müslümanlar gibi davranmaktaydı; yani, Sahabe’nin ilk halifeler döneminde yerleşen uygulamaları ufak tefek farklılıklarla birlikte hemen hemen tüm müslümanlarca benimsenmiş durumdaydı. Daha sonra, tarihçiler, Hz. Ali Zeynelabidîn’in iki oğlundan ‘ilmi açan-yaran’ manâsında Bakır lâkabiyla meşhur imam Muhammed’in, kardeşi imam Zeyd’den fıkhî konularda ve bilhassa halifelik meselesinde bir takım farklı görüşler taşıdığını belirtirler. Hz. Zeyd, daha çok ilk halifelerin ve özellikle Hz. Ömer’in uygulamalarına ve bilhassa Kûfeli hadisçilerce nakledilen hadislere dayalı bir fıkıh ekolü geliştirirken, Hilâfet konusunda işe şu görüşü savunuyordu:
“Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den daha faziletli olmakla birlikte, bu iki halifenin hilafetleri haktır; çünkü, Hilâfet, veraset veya nass (Allah veya Peygamber tarafından atanma) yoluyla olmadığı gibi, müslü-manlanın menfaati gerektirirse, adaletli ve hakka bağlı olmak şartıyla daha az faziletli olan da (mefdul) halife olabilir. Hz. Ebu Bekir, ve Hz. Ömer de maslahat gereği müslümanlarca seçilip, adalet ve haktan da ayrılmadıkları için hak halifedirler. Ayrıca, gizli imam olmaz; Ehl-i Beyt’len de olsa imam veya halifenin bir davetçisi olmalı, imamlığa lâyık kişi gerektiğinde kılıçla kendini ortaya atmalıdır.”
Hz. Zeyd’in bu görüşlerine karşılık, bilhassa Şiî tarihçiler, Hz. Muhammed el-Bakır ve daha sonra oğlu Cafer es-Sadık’ın, İmamet’in Din’in temel mes’eleferinden olduğu, halifelikle imamlık farklı olup, halifelik bir bakıma sadece ’emirlik’ sıfatıyla icrayı ilgilendirirken, îmamın vahy ve teşri (kanun koyma) dışında Rasul’ün bütün fonksiyonlarına sahip bulunduğu, İslâm’ın iki temel esasından olan Sünnet’in ve tüm îslâmî hükümlerin imam(lar)dan alınması gerektiği, bu sebeplerle ve ayrıca Din’de ve aynı konuda farklı görüşler ve ihtilâf olamayacağından imamın masum (günah işlemez, hata etmez) olması gerektiği, dolayısıyla imamın müslümanlar tarafından seçilmeyip nassla tayin edildiği ve Hz. Ali ile oğullan ve torunları Hz. Hasan, Hüseyin, Ali Zeynelabidin’in imam, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve diğer halifelerin ise sadece ‘halife’ oldukları, İmam’ın imam olmak için halk tarafından seçilmeye muhtaç olmayıp, seçilmemesinin imametini düşürmeyeceği görüşünde olduklarını yazarlar. Hatta sünnî tarihçilerden Şehristanî, Hz. Zeyd’in yukarda ifade edilen, imamın zalimlere karşı ayaklanıp, imamlığını ortaya atmalı görüşü karşısında kardeşi Muhammed el-Bakır’ın, “Öyleyse, sen babanın imamlığını inkâr ediyorsun, çünkü o hiç bir zaman imamlık iddiasında bulunmadı” dediğini nakleder. İşte gerek bu imamet-hilafet mes’elesi, gerekse aynı meseleyle bağlantılı olarak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hak imam veya halife olup olmadıkları konusunun dönemin Şiîlerince tartışılır hale gelmesi, bizzat Şiîler arasında bölünmelere yol açmıştır. Sözgelimi, Küfe şiilerinden Ebu Bekir bin Muhammed el-Hadramî ve kardeşi Alkame Hz. Zeyd’e gelerek, “Ali kılıca başvurmadan önce de imam mıydı, değil miydi?” diye sormuşlar, Hz. Zeyd bu soruya cevap vermeyi reddedince kendisine olan biatla-nndan vazgeçmişlerdir. Yine, rivayetlere göre, daha önce kendisine biat etmiş bulunan bazı Şiîler de, onun Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’in hak halife olduktan konusundaki ısrarı ve onlardan tebberî (uzaklaşma) etmemesi gibi nedenlerle Hz. Zeyd’i terketmişler ve Hz. Zeyd de bunlara “rafez-tümûnî” (beni terkettiniz) demiştir ki, bundan böyle ‘nassla imamet’ konusunda ısrarlı olan Şiîler’e ‘Rafiza’, mezheblerine de ‘Rafizîlik’ denegelmişlir.
Sünnî imamlardan el-Eş’arî, Rafizîler’i, Ğulât (Aşırılar) ve Zeydîlerle birlikte Şia’nın üç kolundan biri olarak gösterir, ona göre, Rafızîlik imamiyye’nin bir diğer adıdır. Rafızîliği Zeydiyye’nin kollarından biri olarak gösterenler de vardır. Meselâ; meşhur mezhebler tarihi yazarlarından Abdülkahir el-Bağdadî, îmamiyye, Keysaniyye ve Ğulât ile birlikte Zeydîleri de Rafızîler’den sayar ve Rafızîliği tüm Şiiliğe genel ad olarak kullanır. Bu kelime zamanla ve bugün Şiîliği daha çok aşağılamak için kullanılan bir tabir halini almış, fakat Eht-i Sünnet alimleri, Ğulât dışında Şiîler’i ve/veya Rafizîler’i küfre düşmeyen müslümanlardan saymışlardır.
Ali ÜNAL – SBA