Mevlevilik, Türk şiir ve müziğine, adeta kendi içinde bir rönesans getirmiştir. Mevlevi tekkelerinde Mesnevi ve Divan-ı Kebir ders gibi okutuluyor, bu da gerek dervişlerde, gerek tekke dışındaki Mevlevi muhiblerinde şiire saygıyı ve ilgiyi artırıyordu. Belki özel bir “Mevlevi şiiri”nden söz edilemez, ama, bir “Mevlevi Musikisi” vardır. Tarikatın âyinlerinde kollandığı musikidir bu. Bu musikiyi zenginleştirmek için tekkelerde Mevlevi dervişleri ve dedeleri, dışardan da ünlü bestekârlar çaba harcamış, beste üstüne beste yapmışlardır. Bu da din-dışı Türk musikisine müsbet bir etken olmuştur. Mevlevi âyinleri için bestelenen eserlerdeki coşkunluk, melodi zenginliği ve hareketle musikiyi birleştirme, uyumlaştırma dikkati, bu eserlerin sadece tekkelerde değil, tekke dışında da dinlenip sevilmesine yol açmıştır.
Mevlevilik, bir ayağı şeriatta, öteki ayağı şiire, musikiye, insandaki ruh coşkunluğunun çeşitli gösterilerine cevaz veren bir hoşgörüde olduğu için sanatkâr ruhlar, ister Mevlevi olsun, ister olmasınlar, bu tarikatı, hele ona ismini veren Mevlâna Celaleddin Rumi’yi kendilerine her zaman çok yakın bulmuşlardır.
Osmanlı döneminin Türk kültürüne armağan ettiği pek çok büyük hattat, musikişinas, şair ve yazar Mevlevi tarikatına mensuptu. Bazıları tarikatın tüm aşamalarından geçerek birer mevlevi şeyhi olmuşlar, sadece Mevlânâ ve mevlevilik bağlısı değil, aynı zamanda birer mevlevî olarak yetişmişlerdir.
Divan, edebiyatının büyük isimlerinden Nefi, Naili, Neşati, Bahaî, Çevri, Vecdi, Şeyhülislam Yahya, Fasih dede, Nahifi… mevlevi idiler. Divan şiirinin son büyük ismi Şeyh Galip bir mevlevi şeyhi idi. Dede efendi, Zekâi dede, Hacı Faik Bey, Nâyi Osman Dede, Ali Nutki Dede, Hüseyin Fahreddin Efendi… gibi musiki üstadları da mevlevi idiler. Musikimizdeki mevlevilerin son örnekleri, neyzen Halil Can, neyzen Niyazi Sayın, neyzen Selami Bertug, neyzen Ulvi Erguner, tamburi Necdet Yaşar… dır.
Osmanlı padişahlarından III. Selim ile IV. Mehmet Reşat de mevleviydi.
Böylece, nef’i ve Şeyh Galip gibi şairler, III. Selim ve Sultan Reşat gibi padişahlar, Hamamzade İsmail dede efendi gibi bestekârlardan, en isimsiz dervişe kadar, binlerce dehanın ve
zerafetin katkısıyla Mevlânâ’nın hatırasına muhteşem bir kültür ve sanat anıtı oluşmuştur.
Mevlevi tarikatı, Türk sanatına, büyük bestekârlar, icracılarla birlikte, mevlevihanelerde semâ sırasında çalınıp okunduğu için “mevlevi müziği” denebilecek çok orjinal bir söz ve ses sanatı da armağan etmiştir.
“… Büyük ölçüde teksesli ve çalgı eşlikli bir koro müziği olan Mevlevi müziği, Türk tasavvuf ya da tekke müziğinin en gelişmiş dalını oluşturur. Başlıca formları naat, taksim, Mevlevi ayini, peşrev, son peşrev, son yürüksemai ve niyaz ilahisidir. Dindışı müzikteki bütün makamlar kullanılmıştır. En sık rastlanan usuller devrikebir, devrirevan, evfer, yürüksemai, aksaksemai, düyek ya da ağır düyektir. Mevlevi dergâhlarında, mutrib adı verilen ses ve çalgı topluluğu, ayinhanlarla sazendelerden kuruludur. Kullanılan ballıca çalgılar ney, kudüm, rebap ve haliledir. 19. yüzyılın sonlarında mutribe tambur, kemençe, kanun gibi çalgılar da katılmıştır.
Bir sema ayini aynı zamanda bir ayinhan olan naathanın okuduğu “Nat-ı Mevlana” ile başlar. Bu yapıt, Mevlânâ’nın Hz. Muhammed’i öven bir şiiri üzerine, Itrî tarafından rast makamında ve usulsüz olarak ya da usulsüz gibi bestelenmiştir. Sonra çoğunlukla mutribin yöneticisi olan neyzenbaşı bir taksim yapar. Bunu özel olarak bestelenmiş ya da ender olarak dindışımüzikten alınmış bir peşrev izler. Bu peşrev, semaya katılan semazenlerin hırkalarını çıkarmaları süresince tekrarlanır, son semazen de hırkasını çıkarınca kudümzenbaşının çok sert vuruşlarla verdiği işaret üzerine, nerede kalmış olursa olsun kesilir. Sonra neyzenlerden biri kısa bir taksim yapar, bunu baş taksimin, peşrevin ve ikinci taksimin makamında başlayan bir Mevlevi ayini izler. Ardından bu ayinin dördüncü selamındaki makamdan bir son peşrev ve son yürüksemai gelir gelir. Son olarak da mutribdeki herhangi bir sazende (özellikle de daha önce taksim yapmamış bir neyzen) son taksimi yapar.
Şeb-i Arus’ta (17 Aralık) yapılan sema ayinlerinde, son taksim segâh makamında bitirilir ve ilk bölümü “Şem-i ruhuna cismimi pervane düşürdüm” dizesiyle başlayan ve devrirevan usulüyle ölçülen, ikinci bölümü de yürüksemai usulünde olan ve nakaratında “Semasafa, cana şifa, ruha gıdadır” sözleri yer alan Niyaz İlahisi okunur. Son olarak da segah Son Yürüksemai çalınır. Bu sıralama 19. yüzyılda biçimlenmiştir; daha önceleri nasıl olduğu konusunda kesin bilgi yoktur.”
Müzik ve Sema Tartışması
Müslümanlıkta, müziğin dansın güngiı veya yasak olup olmadığı konuları hep tartışılmıştır. Bir kısım Müslümanlar ve din bilginlerine göre her çeşit mûsiki ve dans (Allahın adı anılarakta yapılsa) günahtır. Nakşibendi tarikatında da müzik ve raks yasaktır. Bazı tarikatlar ise, buna cevaz vermişler, ibadet şekillerinden biri olan zikri, müzik eşliğinde ilahiler söyleyerek, danseserek yapmışlardır. Mutasavvıflar genellikle, Allahı anmak, onunla olmak, dış dünyadan sıyrılmak, ancak çevreyi rahatsız etmemek, dinin temel prensiplerini çiğnememek şartıyla, müzikli ve danslı zikri mubah görmüşlerdir.
Vecd eğer, Allaha kavuşmak, ebedî huzura ermek ise, en kısa yol müzik ve dans, özellikle sema idi. Nitekim bazı tarikatlar, bu yolla geniş taraftar kitlesi bulmuşlardır. Geçmişte, dinler öncesi devirde, hatta bugün ve gelecekte müziğin ve dansın bir ibadet şekli olduğu, olacağı açıktır, önümüzde binlerce örneği vardır, Afrika kabilelerinden Kızılderililere, Orta Asya kavimlerinden günümüz gençliğine kadar bir anlamda kaba çevreden sıynlma ve kendinden geçme sayılan, ilkel kavimlerde ibadetin ta kendisi olan müzik ve dansm, insan ruhuyla doğrudan ilgili olduğu, onu coşturup manevi iklime götürdüğü açıktır.
Dans, raks, sema belki tartışmalıdır ama, ses olayının ağır bastığı musiki tüm dinlerde hatta müslümanlaıkta da, ibadetin parçalarından biri gibi kabul görmüştür. Hz. Ömer’in, elinde kılıç ilk Müslümanları öldürmeye giderken, evden gelen Kur’an sesi üzerine birden heyecanlandığı ve bu duygu ile İslâmiyeti kabul ettiği söylenir. Bugün bile ülkemizde, tüm İslam dünyasında “Kur’an okuma yarışmaları” yapılmakta, ayet ve sureleri en güzel sesle, en iyi şekilde, sesine musikinin tüm imkân güzelliklerini de katarak okuyan hafızlar ödüllendirilmektedir. Mevlânâ’nın, Konya’da kuyumcular çarşısı’nda, Salahaddin’le dükkânından gelen altın dövme seslerinin ritmine uyarak sokakta sema yaptığı biliniyor. Mevlânâ bu semai esnasında bir yandan da Farsça olarak şu şiiri söylemiştir:
“Kuyumcunun dükkanından bir hazine doğuyor. Bu ne güzel bir görünüştür, ne güzel bir anlamdır ve bu ne güzelliktir böyle…”
Televizyonda, dini günlerde yayınlanan ve güzel sesli hafızların okuduğu mevlidi dualar, ayetler ve ilâhilerin milyonlarca insan tarafından nasıl bir zevk vs heyecanla dinlendiğini hepimiz görüyor, biliyoruz. Sühreverdi, “Sıradan insanlar müziği ses olarak algılarlar, olgun insanlar bir arzu duyar, heyecan duyar, heyecan hissderler. Ancak en sonra da, ruh mükemmelliğine erişmişler gelir ki, onlara müzik aracılığıyla Allah kendinii örtüsüz olarak gösterir, hissettirir” diyor.
Mevlânâ da, aşkın evinin baştan başa müzik ve şiirden oluştuğuna söyler. Onun için müzik cennet kapılarının sesidir. Hatta bu benzetme nedeniyle Mevlânâ ile hoca arasında anlaşmazlık çıktığı, hocama Mevlânâ’ya, “Biz de müzik bazı sesleri duyuyoruz, ama cennet kapıları açılışını duymuyoruz.” diye laf attığı rivayet edilir. Mevlânâ’nın hocaya cevabı şöyledir: “Haklısın hoca efendi, sen de sesler duyuyorsun ama, senin duyduğun, cennet kapılarının açılışı değil, kapanışının sesidir.”
Şüphesiz Mevlânâ ve mevlevilikten önce de dini anlamda raks ve sema vardı, yapılıyordu. Fakat tüm İslâm dünyasına ve Batı’ya semaı yayan ve sevdiren Mevlânâ’dır, Mevleviliktir.