Aramiler Kimdir, Tarihi, Hakkında Bilgi

Aramiler, Eski bir yarı göçebe Batı Sâmî kavmi.

Ârâmî kavmi, milâttan önce II. binyılın son çeyreğinde Suriye çölünün sını­rında yaşayan ve Batı Sâmî dil grubun­dan çeşitli lehçeler konuşan göçebe bir topluluk iken sonradan, Basra körfezin­den Amanos dağlarına kadar kuzey-güney, Lübnan’dan Kuzey Suriye, Transürdün ve Kuzey Mezopotamya’ya kadar doğu-batı yönlerinde uzanan çok geniş bir alana yayılarak bu bölgelerde önemli bir siyasî ve iktisadî güç halini almış bir kavimdir. Menşeleri tartışmalıdır. Aram kelimesi ilk defa bir yer adı olarak Akkad Kralı Naramsin’in bir yazıtında ortaya çıkmakta ve bura­dan Aram adının Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş olduğu anlaşılmak­tadır. Puzuriş-Dagan’da ortaya çıkarılan milâttan önce 2000 yıllarına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle havzasında bir şehir adı olarak görün­mektedir. Kelime daha sonraları da mi­lâttan önce XVIII. yüzyıl Mari. XVII. yüz­yıl Alalah ve XIV. yüzyıl Ugarit belgele­rinde şahıs adı, XIV ve XIII. yüzyıl Mısır belgelerinde ise yine yer adı şeklinde belirmektedir. Bütün bu belgelerde Aram adı Ârâmî kavmiyle hiç ilişkisi bulunma­yan bir çevrede geçmekte ve bunlardan sadece Aram kelimesinin ad olarak kul­lanımının eskiye gittiği sonucu çıkarılabilmektedir.

Kavim olarak Ârâmîler hakkında veri­len ilk bilgiler Asur Kralı I. Tiglat-pileser zamanınaaittir. Bu bel­gelerde devamlı surette bir ikili isim ha­linde Ahlame-Aramaya’dan söz edilmek­tedir. Bu ikili isim sebebiyle Ahlamu ve Ârâmî adlarının eşitlenebileceği, dolayı­sıyla milâttan önce XIV. yüzyılda Kassit mektuplarında Basra körfezi yakınla­rında yaşayan bir kavim hüviyetiyle bel­gelenen Ahlamu’nun, ortaya çıkan ilk Ârâmiler olarak kabul edilmesi gerekti­ği düşünülmüştür. Ancak bu düşünce­nin geçerliği hakkında bazı ilim adam­ları kuşkularını bildirmişler ve adı ge­çen Asur kralından sonraki yıllarda hü­küm süren II. Adadnirari ve II. Assurnasirpal za­manlarına ait yazıtlarda Ahlame-Aramaya ikili adının, Eski Bâbil döneminden beri bilinen Amnanu-Yahrurum, Hana-Yamina, Amurru-Sutium gibi kabile ad­larına benzer bir terkip olduğunu ve bu terkibi meydana getiren kelimelerden birinin belki de “Göçebe” anlamına gel­miş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bir­likte verilişlerinin sebebi ne olursa ol­sun bu iki isim o kadar çok bir arada kullanılmıştır ki sonuçta geç devir çivi yazılı belgeleri artık Ârâmî dilinden Ah­lamu şeklinde bahsetmeye başlamıştır,

I. Tiglat-pileser’in yazıtlarında Ârâmîler’den iki ayrı biçimde söz edilmekte­dir. Birincisinde kral, Ahlame-Aramaya’nın içlerine kadar gidip Fırat’ı geçerek altı Ârâmî şehrini tahrip ettiğini söyle­mekte ve bu bilgi Ârâmîler’in o dönem­de yerleşik hayata geçtiklerini kanıtla­maktadır. İkinci söz ediş şekli ise Ârâ­mîler’in bilhassa batıda büyük bir tehli­ke haline geldiklerini göstermektedir. Bu metinlerde Tiglat-pileser, Ârâmîler’i hükmü altına alabilmek için yirmi sekiz defa Fırat’ı geçmek zorunda kaldığını vurgulamakta, ayrıca Lübnan dağı etek­lerinden Amurru ülkesinin bir şehri olan Tadmar ve Kardunyaş ülkesinin bir şehri olan Rapigu’ya kadar onlarla mücadele, ettiğini yazmaktadır. I. Tiglat-pileser’in oğlu Aşurbelkala’nın yıllıklarında ve diğer yazıtlarında ise Ahtamu ile bağlantısız olarak sade­ce Ârâmîler’den bahsedilmektedir. Bu belgelerin önemli bir özelliği Ârâmîler’in yanı sıra Aram ülkesinden de söz etme­leridir. Ancak bu ülkenin coğrafî sınırla­rı belirtilmemiştir. Buna karşılık, sahi­bi bilinmemekle beraber bu krala aidi­yeti ihtimali kuvvetli olan ve adına “Kı­rık Obelisk” denilen yazıttan, Ârâmîler’in Kaşiyari dağı eteklerinden kuzeyde Dicle boyuna, güneyde ise Habur vadisine kadar yayıldıkları anlaşıl­maktadır. Bunlardan başka aynı dönem­de Adadaplaiddin isminde bir Ârâmî be­yinin Bâbil tahtını gaspettiği de bilin­mektedir. Böylelikle artık siyasî bir güç olarak tarih sahnesine çıkan Ârâmîler’in milâttan önce II. binyılın sonu ve I. Bin yılın başlangıcında bir dizi bağımsız dev­let kurdukları görülmektedir. Bunlardan Suriye topraklarında bulunanlar hakkın­da Asur ve Ârâmî kaynakları ile Kitâb-ı Mukaddes bilgi vermektedir. Mezopo­tamya’da kurulan Ârâmî devletleri ise sadece Asur belgelerinde geçmektedir. Bunların en önemlileri, Fırat nehrinin bü­yük kavisinin yukarısında yer alan ve başşehri Til-Barsip olan Bit-Adini, Yu­karı Habur’da bulunan ve başşehri Guzana olan Bit-Bahyan, Aşağı Habur’da bulunan Bit-Halupe, Orta Fı­rat havzasında bulunan Lage, Hindan ve Şuhu, kuzeyde Kaşiyari dağlarında yer alan ve başşehri Amedi (Diyarbakır) olan Bit-Zamani ve Basra körfezi yakınların­daki Bit-Amukkani. Bit-Dakuri ve Bit-Yakin’dir.

Asur İmparatorluğu’na karşı Ârâmî tehdidinin en yüksek noktaya varışı mi­lâttan önce I. binyılın ilk yüzyılına rast­lar. Özellikle II. Aşurrabi ve II. Tiglatpileser devir­lerinde Asur’un gücünün azalması sonu­cu Ârâmî baskısı son derecede artmış, ancak batıda İsrail Krallığı’nın gelişme­si ve Ârâmîler’le uğraşmaya başlaması üzerine Asur bir dereceye kadar rahat­layabilmiştir. Bu sıralarda tahta geçen II. Aşurdan bu durumdan faydalanarak Yukarı Habur’daki Ârâ­mî devletlerinin varlığına son vermiş, II. Adadnirari de Orta Fı­rat’ta başarı kazanmıştır. Daha sonra II. Aşurnasirpal ve bilhas­sa III. Salmanasar Ârâmîler’e güçlü darbeler indirmeye devam etmişlerdir. Kuzey Mezopotamya’ya de­falarca düzenlenen seferler sonucunda Habur ile Fırat arasındaki Ârâmî devlet­leri birer birer yıkılmış ve birçok dene­meden sonra, savunması bir türlü kınla­mayan Bit-Adini de ele geçirilmiş ve Asur için çok büyük önem taşı­yan bu zaferle batıya ve Suriye’ye giden yoldaki engel de yok edilmiştir. Böylece önce III. Salmanasar ve sonra III. Adad­nirari Aram-Zobah’ın ye­rine kurulan ve merkezi Şam olan güçlü Aram-Damaskus ile doğrudan mücade­leye girebilmiş ve bu mücadele, sonuç­ta Asur’un galibiyetini hazırlamıştır. So­nu getiren darbeyi ise III. Tiglat-pileser vurarak Suriye’deki diğer Ârâmî devletleri olan Sam’al Arpad Aram-Damaskus ve Hadrah’ın bağımsızlıklarına son verip bu devletleri birer Asur eyaletine dönüştür­müştür.

Bazı isyanlara rağmen Asur İmpara­torluğu Suriye’yi elde tutmaya muvaffak olmuş ve böylelikle milâttan önce VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren batıda Arâmî tarihi sona ermiştir. Bundan son­ra Ârâmî tarihinin ağırlığı Bâbil’e kay­mıştır. Milâttan önce XI. yüzyıldan beri pek çok Ârâmî kabilesi Sutular ve Kaldelilerle karışmış olarak gittikçe artan sayılarda Bâbil’e sızmışlar ve orada et­kili olmuşlardır. Bilhassa III. Tiglat-pile­ser döneminde bunların Asur tarihinde önemli bir rol oynadıkları anlaşılmakta­dır. Bu kralın yazıtlarında Basra körfezi dolaylarının çok yoğun bir Arâmî iskânı­na sahne olduğu belirtilmekte ve otuz beş Ârâmî kabilesinin adı sayılmakta­dır. Kabileler III. Tiglat-pileser kadar bü­tün Sargonidler sülâlesinin başına dert olmuşlar ve ancak yoğun çabalar sonun­da kontrol altına alınabilmişlerdir. Bun­lardan kesin kurtuluş çaresi olarak kitle halinde göçe zorlanmaları görülmüş ve kayıtlara göre yalnız Sennaherib zama­nında milâttan önce 703 yılında 208.000 kişi tehcir edilmiştir. Buna rağmen si­yasî bir güç teşkil etmeden de Ârâmî­ler’in özellikle Yeni Bâbil İmparatorluğu içinde önemli bir faktör olarak kaldıkla­rı bilinmektedir.

Birbirine komşu bölgelerde bu kadar çok Ârâmî devleti kurulmuş olmasına rağmen, bunların kültürel ve siyasî se­viyede bir birlik haline gelememiş olma­ları çok ilgi çekicidir. Bilhassa Kuzey Su­riye’de kurulan ve idarî bakımdan Ârâ­mî olan Sam’al, Bit-Adini ve Hamat gibi devletlerde Arâmî etkilerine rağmen Hi­tit kültürü devam etmiştir. Siyasî birlik ise belgelerden anlaşıldığı kadarıyla çe­şitli düşmanlıklar, kıskançlıklar ve sü­rekli müttefik değiştirmeler sonucunda hiçbir zaman gerçekleşememiştir. Ancak başşehri bugünkü Tel Rifad olan Arpad Krallığı’nın yazıtlarında rastlanan “Bü­tün Ârâmîler”, “Yukarı ve Aşağı Aram” gibi ifadeler bir dönemde gevşek bir konfederasyonun kurulduğuna işaret etmekteyse de bu birliğin dış baskılarla kısa sürede dağıldığı anlaşılmaktadır.

Maddî kültür alanında olduğu gibi di­nî inançlar bakımından da Arâmîler’in çevrelerinde bulunan toplumlardan et­kilendikleri bilinmektedir. Ârâmi yazıtla­rında pek çok yabancı tanrının adı geç­mekte ve bunlar arasında meselâ Ken’ân tanrılarından Baal-Şemayim, Reşef ve Melgart, Mezopotamya tanrılarından da Şamaş. Marduk, Nergal ve Sin yer al­maktadır. Arâmîler’in kendi tanrılarının da mahiyet olarak diğer Batı Sâmî top­lumlarının tanrılarından pek farkı yok­tur. Panteonun başı olan ve en büyük kült merkezi Şam’da bulunan fırtına tanrısı Hadad bunlardan biridir. Sam’al Devleti’nde Hadad’ın yanı sıra Rakib-El, Baal-Hamman ve Baal-Semed’e de tapılmaktaydı; Baal-Harranin kült mer­kezi ise Harran’dı. Ârâmîler tarafından tebcil edilen diğer tanrıtann adları, Mı­sır’daki Ârâmî kolonilerinde ve bilhassa Elefantin’de rast­lanan, tanrı adlarıyla teşkil edilmiş şa­hıs adlarından öğrenilmektedir. Bunla­rın başlıcaları Nabu, Bethel gibi tanrılar­la Malkat-Şemayim ve Banit gibi tanrı­çalardır. Helenistik devirde Hierapolis ve Baalbek başta olmak üzere bazı şehirler­de Ârâmî inançlarının hâlâ etkili olduğu görülür ki bunların en önemlisi Atargatis kültüdür. Bu tanrı adının başındaki “Atar” elemanı ile pek çok Ârâmî şahıs adı meydana getirilmiştir.

Gerek Anadolu’da gerekse Kuzey Su­riye’de yapılan kazılarda ele geçen eser­ler, özellikle Hitit kültürünü devam et­tirdiklerine inanılan küçük devletler za­manında ne tam Hitit, ne tam Asur olan bir mimari ve heykeltıraşlık üslûbunun varlığını ortaya koymaktadır. Anadolu’­da Maraş’ta bulunan bazı mezar stelleri üzerinde, Konya Ereğlisi yakınındaki İvriz kaya kabartmasında, Gaziantep ya­kınındaki Sakçagözü ve Fevzipaşa istas­yonu yakınındaki Zencirli höyük­lerinde yapılan kazılarda gün ışığına çıkartılan kabartmalarla diğer mimarlık kalıntılarında ve Suriye’de Tel Halef, Arslan Taş, Tel Ahmar, Tel Rifad ve Hama’da bu­lunan eserlerde görülen değişik üslûp ya doğrudan doğruya Ârâmî, ya da Ârâ­mî etkisinde kalmış yabancı sanatkârların ortaya koyduğu bir üslûp olarak yo­rumlanmaktadır. Bu üslûptaki eserler­de Ârâmî özellikleri var olmakla bera­ber bunlar Anadolu ile Suriye’de Hitit ve Fenike, Mezopotamya’da ise Asur sa­nat unsurlarıyla karışmış olduğundan bu eserlere dayanarak gerçek bir Ârâ­mî sanatının varlığını ileri sürebilmek güçtür.

Düşmanları tarafından korkak, hain ve serseri olarak nitelenen Ârâmîler, ken­dilerine has ve yaratıcı bir kültüre sahip bulunmamakla birlikte, ticarî faaliyetle­ri ve özellikle kolay anlaşılır dilleri saye­sinde eski Ön Asya tarihinde önemli bir katalizatör rolü oynamışlardır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski