Firâset/Firaset Nedir, Ne Demek, Anlamı, Hakkında Bilgi

Firâset. İnsanların, diğer varlık ve olayların iç yüzünü keşfetme, gelecek hakkında doğru tahminlerde bulunma melekesi anlamında bir terim ve bu konuyu ele alan İlim dalı.

Sözlükte “keşfetme, sezme, ileri gö­rüşlülük” gibi mânalara gelen firâset ke­limesi dar anlamda, bir kimsenin dış gö­rünüşüne bakarak onun ahlâk ve karak­teri hakkında tahminde bulunmayı ifa­de eder. Daha geniş anlamda ise akıl ve duyu organla­rıyla bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanlarını kapsar.

Kaynaklarda hikemî ve tabii, riyâzî. ilâhî olmak üzere üç firâset türünden söz edilir. Hikemî ve tabii firâset anlayı­şı İslâm dünyasına İslâm Öncesi kültür­lerden geçmiştir. Aristo’ya mal edilerek Yuhannâ b. Bıtrîk tarafından Arapça’ya tercüme edilen Kitâbü’s-Siyâşe iî ted-bîri’r-riyâse (Strrü’l-esrar) adlı apokrif eser İslâm toplumundaki bu tür firâset anlayışını geniş ölçüde etkilemiştir. Ri­vayete göre Aristo bu eserde öğrencisi İskender’e öğütler vermiş, ona savaşta hangi tarafın galip geleceğini veya mağ­lûp olacağını önceden tahmin etmenin ve böylece dünyaya hâkim olmanın yol­larını ve savaş tekniğini öğretmiştir. Bun­dan dolayı müslüman hükümdarlar bu tür eserlere ilgi duymuşlardır. Filozof Kindî Kitâbü’l-Firâse adıyla bir risale kaleme almış, Ebû Bekir er-Râzî de tıpla ilgili Kitâbü’l-Manşûri’nin ikinci ma­kalesini bu konuya ayırmıştır. Fahred-din er-Râzî’nin Kitâbü’l-Firâse’si de bu anlayışla yazılan bir eserdir. Bu çalış­malar sonucunda İslâm dünyasında firâ­set konusu çeşitli dalları olan kapsamlı bir ilim haline gelmiştir.

Flrâseti (physiognomy, cardiognosy) bir ilim olarak temellendirmeye çalışanlara göre bir kimsenin fizikî yapısına yani bo­yuna, rengine, çeşitli organiarıpın yapı­sına, el ve yüz hatlarına bakarak onun ahlâk ve karakterini teşhis etmek müm­kündür. Bundan dolayı ilk ve orta çağlar­da hükümdarlar, kendilerine görev vere­cekleri kimselerin seçiminde bu ilmin ve­rilerinden faydalanmak istemişlerdir.

Taşköprizâde’ye göre “İlmü’l-kıyâfe” adıyla da anılan firâset ilminden doğan diğer ilimler şunlardır: İlmü’ş-şâmât ve’l-hayalân (insandaki ben vb. şeylere bakıp onun iç dünyasını keşfetmek), ilmü’1-kef veya ilmü’l-esârîr (kişinin el, ayak ye yüz hatlarına bakıp huyunu ve şahsiyetini an­lamak), ilmü’l-ektâf (keçi ve koyunun kü­rek kemiğine bakıp savaş, barış, kıtlık ve bolluk konusunda bir sonuç çıkarmak), il-mü’1-irâfe (şu anda meydana gelen bazı olaylardan hareketle gelecekteki olaylar hakkında akıl yürütmek), ilmü’l-ihtilâç (or­ganlarda görülen seyirme, çarpıntı vb. du­rumlardan ileride meydana gelecek olay­lara dair sonuç çıkarmak), ilmü’l-ihtidâ bi’1-berâri ve’1-akfâr (sahra ve çöllerde yön tayin etmek), ilmü istinbâti’l-maâdin (madenlerin yerlerini belirlemek), ilmü’r-riyâfe (toprağın nemine, üzerindeki bitki­lere ve orada barınan canlılara bakarak yeraltı sularını bulmak), ilmü nüzûli’1-gays (yağmurun yağıp yağmayacağını tahmin etmek), ilmü kıyafeti’1-eser (iz sürmek), ilmü kıyâfeti’l-beşer (insanların organla­rına ve bunlar arasındaki ilişki ve oranlara bakıp kişilerin ruh yapılarını teşhis etmek, iki kişi arasındaki benzerliği dikkate alıp aralarında nesep bağı bulunup bulunma­dığını belirlemek).

Araplar’ın İslâm’dan önce ilmü kıyâfeti’l-eser ve ilmü kıyâfeti’l-beşer ala­nında son derece uzmanlaştıkları, hatta yerdeki ize bakıp sahibinin yaşı, cinsi­yeti, evli olup olmadığı hakkında doğru tahminlerde bulunduktan bilinmektedir. Meselâ Benî Müdlic, Benî Leheb ve Ni-zâr oğulları firâsetteki isabetli tahmin-leriyle tanınmışlardır. İslâm’dan sonra İse İyâs b. Muâviye, İmam Şâfıî, Ahmed b. Tolun ve Halife Mu’tez bu alanda, meş­hur olmuşlardır. Hz. Peygamber’in, Me­dine’ye hicret ederken bir iz sürücünün rehberliğinden faydalandığı ve diğer bir iz sürücünün Usâme’nin Zeyd’in oğlu ol­duğunu tesbit etmesinden memnun ol­duğu rivayet edilir.

Genellikle keskin bir zekâ ve üstün sezgi gücüne sahip olan kişilerin sıkı bir perhiz ve çile sonucu ruhî ve fikrî yönle­rini güçlendirerek firâset sahibi olmala­rı mümkündür. Başka bir ifadeyle mad­de âleminden ve bedenî nazlardan so­yutlanan insan herhangi bir kişi veya olay hakkında isabetli tahminler yapa­bilir. “Riyazî firâset” denilen bu tür firâ­set müslümanlarda olduğu gibi gayri müslimlerde de bulunabilir.

Allah’ın, kalbine attığı bir nur ile ku­lun hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırmasına ve mu­hataplarının karakterlerini teşhis etmesine “ilâhî firâset” adı verilmiştir. “Mü­minin firâsetinden sakınınız, zira o Al­lah’ın nuru ile bakar” mealindeki hadiste bu tür firâsete işa­ret edilmiştir. Bu nevi firâsetin pratiği zahir âlimlerinde de görülmekle birlikte daha çok sûffler arasında yaygındır. Kay­naklarda İmam Şafiî’nin firâset sahibi ol­duğu, hatta İslâm dünyasında firâsete dair ilk eseri onun yazdığı kaydedilerek firâsetlerinden, firâsete esas aldığı ku­rallardan örnekler verilir. İbn Kayyim el-Cevziyye de Takıyyüddin İbn Teymiy-ye’nin firâsetini gösteren bazı olaylardan bahseder.

Firâset konusuyla daha çok ilgilenen süfîler bu terimi “ilham” anlamında kul­lanmışlar ve bazı hallerde onu gaybı bil­menin bir aracı olarak görmüşlerdir. Sey-yid Şerîf el-Cürcânî, flrâsetin “kesin bil­ginin keşif yoluyla elde edilmesi, gaybın görülmesi” anlamına geldiğini belirtir­ken terimin bu mânasına işaret etmiş­tir[128]. Sûfflere gö­re firâset sahibi müminin Allah’ın nu­ruyla bakması Allah’ın o kulun gören gö­zü olması anlamına gelir. Böyle bir insan muhatabı hakkın­da isabetli teşhis koyar, onu her yönüy­le tanır, aklından geçeni ve kalbinde giz­lediği hususları bilir. Tasavvufta velîlerin firâsetinin hiç şaşmadığına veya hata payının çok az olduğuna inanılır. Aslın­da ilhamdan ibaret olan firâseti kera­met gibi Allah’ın sevdiği kuluna bir lut-fu olarak görmek gerekir. Velîlerin ha­yat hikâyelerini anlatan Sülemî ve Ferî-düddin Attâr gibi mutasavvıf yazarlar, bir veznin büyüklüğünü ifade ederken onun firâset sahibi olduğuna işaret et­meyi irjmal etmezler. Rivayete gö­re keskin firâset sahibi olduğu söylenen Şah Şücâ’-ı Kirmanı tahminlerinde ko­lay kolay yanılmazdi. Ahmed b. Asım el-Antâkî sıdk ehlinin kalp casusu olduğu­nu söylerdi. Cüneyd-i Bağdâdî’nin de müslüman kılığındaki bir gencin yahudi olduğunu ve yakında ih­tida edeceğini ilk bakışta firâsetiyle tes­bit ettiği söylenir.

Müfessirlerin çoğu gibi sûfiler de bir âyette geçen “mütevessimîn”(Hicr 15/ 75) kelimesini firâset sahipleri şeklinde anlamışlar, ayrıca; “Sen onları simaların­dan tanırsın”(Bakara 2/273) ve, “Andolsun ki sen onları -münafıkları- konuş­ma tarzlarından da tanırsın”(Muhammed 47/30) mealindeki âyetlerde de firâsetin kastedildiğini söylemişlerdir. Allah tarafından insa­na üflenen ruhun(Hicr 15/29; Secde 32/9; Sâd 38/72) firâsetin kaynağı olduğuna işaret eden sûfîler, Hz. Ömer’in bazı âyetlerin getirdiği hükümleri bu âyetler inmeden evvel bilmesini, Hz. Os­man’ın yanına gelen bir kişinip gelmeden önce nâmahreme baktığını anlaması üze­rine onun, “Hz. Peygamber vefat ettik­ten sonra vahiy ile mi karşılaşıyorum!” diye hayret etmesini ve Hz. Osman’ın, “Bu vahiy değil flrâsettir” demesini firâsetin mümkün ve meşru olduğuna delil saymışlardır.

Yine sûfilere göre nefsin bayağı arzu­larına karşı koymak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, Hz. Peygamber’in sünnetini bir hayat tarzı olarak benim­seyip ona göre yaşamak insanın firâset sahibi olmasını sağlar. Dolayısıyla bu tür bir hayat yaşamayanların firâseti makbul sayılmamıştır. Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî’ye göre firâ­set gerçek bir olgudur ve mümine ait bir özelliktir. Bununla beraber bir kim­senin, firâsetteki doğrulan ne kadar çok ve yanlışları ne kadar az olursa olsun fi­râset sahibi olduğunu iddia etmeye hak­kı yoktur. Eb,û Hafs en-Nîsâbûrîye göre hiç kimse firâset sahi­bi olduğunu iddia etmemelidir. Zira, “Mü­minin firâsetinden sakınınız” hadisi baş­kasının firâsetini dikkate alarak ondan sakınmayı da gerektirir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski