Halife Nedir, Ne Demek, Tasavvuf ve Tarikatta Anlamı, Hakkında Bilgi

Halife. Şeyhi adına irşad faaliyetinde bulunan ve ölümünden sonra yerine geçen kimse; însân-ı kâmil anlamında tasavvuf terimi.

Sözlükte “arkada olmak, birinin arka­sından gelmek, yerine geçmek” anlam­larına gelen half kökünden türetilmiş olup “birinin yerine geçerek işini, görevini devam ettiren” şeklinde açıklanan halîfe kelimesi (çoğulu hulefâ, halâif) terim olarak biri siyasette, diğeri tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır. Bir kimsenin diğer bir zatın yerini tutması­na hilâfet, halife tayin etme işine de is-tihlâf veya tahlîf denir.

İnsanın Allah’ın halifesi olup olamaya­cağı sûfîlerden önce ulemâ tarafından tartışılmış, “Yeryüzünde bir halife yara­tacağım” (e!-Bakara 2/30); “Sizi yeryüzü­nün halifeleri kılan…” (el-Enâm 6/165; en-Neml 27/62) mealindeki âyetlerde geçen halife kelimesi iki şekilde açıklan­mıştır. Bazı âlimlere göre insan kendin­den önce yeryüzünde hâkim olan cinlerin yerine getirildiği için “bu varlık türünün ardından gelenler” anlamında Hz. Adem ve soyuna halife denmiştir. İbn Abbas’ın bu görüşte olduğu rivayet edilir. Bu gö­rüş sahipleri “Allah resulünün halifesi” ifadesini kullanır, ancak “Allah’ın halife­si” tabirinden hoşlanmazlar (Mâverdî, s. 15). İbn Mes’ûd’un da katıldığı ikinci gö­rüşe göre Hz. Âdem ve insan yeryüzüne hükmettiği için Allah’ın halifesi olmuş­tur. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde ha­life yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet” (Sâd 38/26) mealinde­ki âyet de bu görüşü desteklemektedir (Fahreddin er-Râzî, I, 381; İsmail Hakkı Bursevî, 1,64).

Mutasavvıflar, halife konusundaki gö­rüşlerini geliştirirken terimin “insanlar arasında Allah adına hükmetme” şeklin­deki ikinci anlamını esas almışlardır. Hasan-ı Basrî, takva sahibi temiz ve seçkin kullar için “Allah’ın halifesi” tabirini kul­lanmış olmakla beraber ilk sûffler arasında bu konu üzerin­de durulmamış, halife ve hilâfet bir ta­savvuf kavramı olarak insân-ı kâmil ve kutub fikrinin gelişmesi sonucunda or­taya çıkmıştır. Halife kelimesine ilk defa tasavvufî anlam yükleyen Gazzâlî olmuş­tur. İnsanın Allah tarafından üflenen bir ruh taşıdığına (bk. el-Hicr 15/29) ve Al­lah’ın Âdem’i kendi suretinde yarattığı­na dikkat çeken Gazzâlî, Allah ile insan arasında manevî mahiyette özel bir mü­nasebetin bulunduğunu, bu münasebe­tin yazıyla anlatılmasının mümkün ol­madığını ifade eder ve insanın Allah’ın halifesi olmasını bu münasebete bağlar . Gazzâlî, Allah’ın kendisine isimleri öğretmiş olması sebe­biyle Âdem’in O’nun halifesi olmaya hak kazandığını da belirtir. Şehabeddin es-Sühreverdî de nefsin Al­lah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu söyler.

Halife ve hilâfet konusu üzerinde ge­niş bir şekilde durarak bunu tasavvufun temel kavramı haline getiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve takipçileri olmuştur. İb-nü’l-Arabi’ye göre Allah’ın halifesi, isim ve sıfatlarıyla kendisinde en mükemmel biçimde tecelli ettiği insân-ı kâmildir. Mülk Allah’ındır. İnsân-ı kâmil bu mülkte onun halifesi yani vekilidir. Mühür nasıl hazineyi korursa Allah da halifesi olan in­sân-ı kâmil vasıtasıyla halkı ve mülkü öy­le korur. Öte yandan insan işini ve varlığını Allah’ın himayesine ha­vale ettiği için Allah da insanın halifesi-dir. Nitekim Hz. Peygamber sefere çıkar­ken, “Allahım yolda sahibim, ailemde halifem sensin” diye dua ederdi . Allah’ın kulunu halife kılma­sı mutlak, kulun rabbini halife kılması mukayyet bir hilâfettir. İbnü’l-Arabfye göre Allah’ın yeryüzündeki halifesi pey­gamberlerdir. Peygamberler O’nun hü­kümlerini O’nun adına insanlar arasında uygularlar. Hz. Muhammed’den sonraki halifeler Allah’ın değil resulünün halifele­ridir, çünkü onun getirdiği şeriatı uygu­larlar; uyguladıkları hü­kümleri de rivayet yoluyla Peygamber’-den alırlar. Bunlar zahiri mânada halife­dir. Halbuki velîler arasında doğrudan doğruya Allah’tan hüküm alan halifeler de vardır. Onların Allah’tan hüküm alma­ları peygamberlerin hüküm almalarının aynıdır. “Sen de onların yoluna uy” (el-En’âm 6/90) mealindeki âyete göre ha­reket eden Resûl-i Ekrem’in kendisin­den önceki peygamberlere uyması Al­lah’tan hükümler ve bilgiler almasına nasıl engel olmamışsa halifenin de Al­lah’tan doğrudan hüküm ve bilgi alması Hz. Peygamber’e uymasına engel olmaz. Onun hakkında “keşfen Allah’ın halife­si, zahiren Resûlullah’ın halifesi” denir. Hz. Peygamber, ümmeti içinde doğrudan Allah’tan hilâfet alan bir kimsenin bulunduğunu bildiği için yerine hiç kimseyi halife tayin etmemiştir (a.g.e, s. 163). Böylece İbnü’l-Arabî, dev­letin başında bulunan ve halife adını alan sultanlarla Allah’ın halifeleri olan velîleri birbirinden ayırır; birinciler zahiren, ikin­ciler ise manen halifedir.

İsmail Hakkı Bursevî’ye göre tasavvufî anlamdaki hilâfetin sebebi, halkın Hak’­tan gelen feyiz ve irfanı doğrudan kabul etme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu husus, ateşte yaş ağaçların arasına kuru odunların konulmasına veya sultanın halkla arasına vezir ve mabeyinci koy­masına benzer.

Tarikatlar döneminde şeyhin, kendi adına müridleri terbiye ve irşad etme yetkisi verdiği mensuplarına da halife denilmiştir. Ankaravî hilâfeti şeklî, ma­nevî ve hakikî olmak üzere üçe ayırır. Bir tekkenin ve oradaki görevli dervişlerin yönetilmesi için yetkili kılınan kişi şeklen halifedir. Bu kişinin âlim olması veya sey-rü sülûkün usulünü bilmesi gerekmez, ehliyetli bir yönetici olması yeterlidir. Seccâdenişin olan şeyhzâdelerin halife­likleri de böyledir. Sülûkünü tamamla­yan bir kimseye şeyhi tarafından irşad izni verilmesine manevî hilâfet denir. Hakikî hilâfet ise bizzat Allah’ın bir zatı irşad için görevlendirmesidir. Kâmil bir şeyhin terbiyesinde bulunan bir kişide bazan hilâfetin bu üç derecesi de ger­çekleşebilir. Şeklen halife olduğu halde hilâfetin mâna ve hakikatinden nasibi ol­mayanlar da vardır (Minhâcü’l-fukarâ, s. 27). Şeyh, sülûkünü tamamlayan müri­din irşad ehliyetine sahip olduğunu hi-lâfetnâme denilen bir belge ile tesbit eder. Uzak bölgelerde bulunan müridle-re halife oldukları bir mektupla veya söz­lü bir beyanla bildirilir. Halife unvanını alan sâlik, mürşidi adına müridlerin ma­nevî terbiyesiyle ilgilenir. Şeyhe manen en yakın olan ve vefatı halinde yerine ge­çen halifeye “halîfetü’l-hulefâ” denir. Bir tarikattan hilâfet alan bir sâlikin diğer tarikatlardan da teberrüken hilâfet al­ması mümkündür.

Şeyh efendi vefat etmeden önce yeri­ne kimin geçeceğini bildirirse tasavvuf âdabına göre müridlerin bu emre ve va­siyete uymaları gerekir. Bu durumda şeyhin diğer halifeleri ve mensupları onun çevresinde toplanırlar. Şeyh efendi halifesinin ismini vermeden vefat ettiği takdirde mürid ve halifeleri toplanıp onun yerine geçecek olan zatı belirlerler. Bu belirlemede adayın müridlikteki kıde­mi, bilgisi ve liyakati dikkate alınır. Ba­zan da şeyhin vefat etmeden önce hali­felerine karşı takındığı tavırdan ve verdi­ği işaretlerden hareket edilir. Vefat eden şeyhin kendisini kimin teçhiz ve tekfin edeceği, cenaze namazını kimin kıldıra­cağı konusunda yaptığı vasiyet bu tür işaretlerden sayılır. Şeyhin halifesini be­lirlemeden vefat etmesi durumunda Hz Peygamberin halefi konusunda vasiyet­te bulunmamış olması örnek alınırken halifesini belirlemesi durumunda Hz. Ebû Bekir’in yerine Hz. Ömer’i vasiyet etmesi örneği göz önünde bulundurulur.

Halifenin belirlenmemesi halinde ba­zan mürid ve halifeleri yerine geçecek ki­şi hususunda anlaşamazlar. Bu durum­da bazı müridler şeyhin halifelerinden birine, diğerleri başka birine bağlanır ve birden çok şeyh ortaya çıkar. Bu ise bir tarikatın şubelere ve kollara ayrılması anlamına gelir. Meselâ Hacı Bayrâm-i Velî’nin halifelerinden Akşemseddin ile Ömer Dede Sikkînî arasında çıkan ihti­lâf neticesinde Bayramiyye tarikatı biri Şemsiyye, diğeri Melâmiyye şeklinde iki kola ayrılmıştır. Şeyhin postuna oturacak zatı belirleme konusunda müridlerin an­laşmazlığa düşerek çekişmelerine “post kavgası” denir.

Mevlevîlik’te hilâfet şeyhlik ve derviş­lik gibi bir makamdır. Bu makamda bu­lunan sâlike halife denir.

Şiîlik’te gerçek halife masum imamdır. Resûl-i Ekrem’den sonra Hz. Ebû Bekir zahiren ve şeklen, Hz. Alt ise bâtınen ve hakikaten halife idi. Sûfîler de Şiîler gibi hilâfeti {imamet) zahiri hilâfet ve bâttnî hilâfet diye ikiye ayırır ve esas olanın ikincisi ol­duğunu söylerler.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski