İnsân-ı kâmil. Allah’ın her mertebedeki tecellilerine mazhar olan insan anlamında tasavvuf terimi.
Tasavvuf tarihinin en önemli konularından olan insân-ı kâmil anlayışı, varlık ve bilgi problemleriyle ilgisi yanında dinî ve ahlâkî boyutları da bulunan derin fikrî çaba ve ruhî tecrübenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İnsân-ı kâmil kavramı tasavvuf literatürüne Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından yerleştirilmiştir. Ancak felsefe tarihinde kökleri çok gerilere giden “küçük âlem” (mikrokozm) ve “büyük âlem” {makrokozm) düşüncesiyle bağlantılı olarak eski kültürlerde insanla âlem arasında bir münasebet görülmüş, birinde bulunan özelliklerin en azından bir kısmının diğerinde de bulunduğuna inanılmıştır. Sokrat öncesinden Rönesans’a kadar uzanan düşünce çizgisinde insanın küçük âlem olduğu inancı az çok farklı üslûplarla İfade edilmiştir. Daha da geriye giderek kozmolojik özelliklere sahip insan fikri ve inancının eski Mezopotamya ve Mısır kültürlerinde de var olduğu görülmektedir. Mani mezhebinde ve Maniheizm’de İnsân-ı kadîm, Mazdeizm’de gayomart, yahudi Kabala’sında adam kadmönun bazı özellikleri uzaktan da olsa tasavvuftaki insân-ı kâmil anlayışını çağrıştırmaktadır. Benzer düşüncelere Uzakdoğu kültüründe de rastlanır. Hint düşüncesindeki purusa. Çin düşüncesindeki chenjen kavramları, mikrokozm makrokozm inanışının ne kadar eski ve evrensel olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen İslâm fikir geleneğinde anlaşıldığı şekliyle insân-ı kâmilin tasavvufun geliştirdiği bir düşünce olduğunda şüphe yoktur.
İbnü’l-Arabî çizgisinde gelişen tasavvufî gelenekteki muhtevasıyla insân-ı kâmil düşüncesini doğrudan Kur’an’dan çıkarmak mümkün olmasa da bazı âyetlerin insân-ı kâmil düşüncesi istikametinde yorumlanabileceği veyorumlanageldiği görülmektedir. Meselâ Kur’an’da Âdem’in “halifelik” mevkiine sahip olduğu [Bakara 2/30] benî Âdem’in mükerrem kılındığı [İsrâ 17/70] insanın “ahsen-i tak-vîm” üzere yaratıldığı [Tîn 95/4] göklerde ve yerde olan her şeyin onun emrine verildiği [Câsiye 45/13] kendisine esmanın öğretildiği [Bakara 2/31] ve onun emaneti yüklendiği [Ahzâb 33/72] ifade edilmektedir. Ayrıca ilk insana ilâhî ruhtan nefhedildiğini, bu mevkiin kıymetini bilenleri Allah’ın kendisine dost kıldığını, Allah’ın bazılarına kendi tarafından ilim verdiğini [Kehf 18/65] Hz. Muhammed’in güzel örnek [Ahzâb 33/21] ve âlemlere rahmet [Enbiyâ 21/107] olduğunu bildiren âyetler de tasavvufun insân-ı kâmil konusundaki dayanağının Kur’an olduğuna delil olarak gösterilmektedir.
İnsân-ı kâmil düşüncesinin gelişmesinde hadis literatürü de önemli rol oynamıştır. Meselâ bazıları sahih olmasa da Allah’ın Âdem’i kendi suretinde yarattığını aslında ilk olarak Hz. Muhammed’in yaratıldığını Âdem bedenle ruh arasında iken onun peygamber olduğunu Hz. Muhammed olmasaydı evrenin yaratılmamış olacağını ifade eden rivayetlerin insân-ı kâmil telakkisinin benimsenip yaygınlaşmasında etkili olduğu kesindir.
Mikrokozm-makrokozm fikrine yabancı olmayan İslâm felsefesinin de insân-ı kâmil düşüncesine tesir ettiğine kesin gözüyle bakılabilir. Meselâ Fârâbî âlemin tek bir şahıs gibi düşünülebileceğini söyler. Fârâbî-İbnSînâ geleneğine çok şey borçlu olan İbn Meymûn da insanın bir âlem-i sagir, âlemin de bir bütün olarak tek bir şahıs gibi tasavvur edilebileceğine işaret eder. İhvân-ı Safâ’nın faziletli ve ruhanî sitedeki insân-ı fâzılı ile İbnü’l-Arabî’nin insân-ı kâmili arasında benzerlik vardır.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin “el-kâmilü’t-tâm” dediği insan insân-ı kâmil fikrinin gelişim çizgisinde önemli bir basamak oluşturmaktadır. Hallâc-ı Mansûr. Hz. Peygamber’den bahsederken bütün nübüvvet nurlarının onun nurundan çıktığını, onun vücudunun yokluktan, adının ise “ka!em”den önce var olduğunu söyler. Böylece insân-ı kâmil düşüncesinin, başta eski İran dinî telakkileri ve Yeni Eflâtunculuk olmak üzere çeşitli dış kültürlerle İslâm işrak felsefesi, tasavvuf kültürü ve ilgili âyetlerle hadislerin uzlaştırılmasıyla ortaya çıktığı görülmektedir.
İnsân-ı kâmil konusu, ontolojik açıdan İbnü’l-Arabî’nin temellendirdiği varlık mertebeleri bağlamında ele alındığında anlaşılabilir. İbnü’I-Arabrye göre mutlak vücûd, ilk mertebede (taayyün-i evvel) ahadiyyetini vâhidiyyete dönüştürerek taay-yünata başlamıştır. Asıl yaratma fiili, İbnü’l-Arabî’nin “hakîkat-İ Muhammediyye” adını da verdiği mertebeden sonra gerçekleşmekte, bütün mahlûkat ondan yaratılmaktadır. Lâ taayyün (ahadiyyet) hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtını, o da lâ taayyünün zahiridir. Bu mertebeye verilen isimlerden biri de insân-ı kâmildir. Allah insân-ı kâmili yarattığı zaman ona akl-ı evvel mertebesini vermiş ve kendisine bilmediği şeyleri öğretmiştir. Onun mertebesini meleklere tarif etmiş ve onlara insanın âlemde kendisinin halifesi olduğunu bildirmiş, göklerde ve yerde bulunanların hepsini onun emrine âmâde kılmış, böylece Allah’ın âlemdeki hükmü insân-ı kâmil ile zahir olmuştur. İbnü’l-Arabfye göre âlemin varlığının sebebi ve koruyucusu bu insân-ı kâmildir. Allah’ı ancak insân-ı kâmil bilebilir. Çünkü o Allah isminin mazharıdır. Öte yandan varlık mertebelerinin sonuncusu da merte-be-i insân-ı kâmildir. Bu mertebe lâ taayyün dışındaki bütün mertebelerin hakikatlerini kapsar. Bu sebeple ona “kevn-i cami'” ve “âlem-i ekber” denilmiştir. Bu mertebede insân-ı kâmil, bir kavramın yahut mecazi ve izafî anlamda var olan bir şeyin değil hakiki mânada var olan bir İnsanın adı ve sıfatıdır. Bu anlamda insân-ı kâmil Hz. Mu-hammed’dir. Bu makama erişen evliya-ullah ise onun vârisidir. Âlemde her şeyin hareket halinde olduğuna inanan Molla Sadra’ya göre varlık âleminde görülen tekâmül insân-ı kâmilin varlığında karar kılar. Molla Sadra da âlemin korunmasını insân-ı kâmilin varlığına bağlar. Birçok tasavvuf kitabında buna benzer ifadeler yer almaktadır.
İnsân-ı kâmil maddî ve manevî, kesif ve latif, zulmânî ve nûrânî, cismanî ve ruhanî, süflî ve kutsî âlemde var olan her şeyi, yani Hakk’ın her mertebedeki tecellilerini ve kemallerini kendisinde taşıdığından söz konusu kemal hallerinin çeşitli vesilelerle ve değişik şekillerde zuhur etmesi itibariyle sayısız isimler alır. Meselâ Hz. Peygamber’in manevî hüviyeti olması itibariyle ona “nûr-i Muhammedî” ve “hakîkat-i Muhammediyye” denildiği gibi onun ilmî, ahlâkî ve ruhî faziletlerine sahip olması itibariyle “vâris-i Muhammedî”, âlemin küçük bir örneği olması sebebiyle “âlem-i sağır”, Allah’ın vekili olması dolayısıyla “nâib-i Hak, zıllullah”, Hakk’ın mazharı ve tecelligâhı olması sebebiyle “mir’ât-ı Hak” gibi isimler verilmiştir. Molla Sadra’nm da söylediği gibi insân-ı kâmil sayesinde imkân âlemi ilâhî âleme girer, ancak bu yükseliş kulun tabiatındaki imkâniyeti tamamen ortadan kaldırmaz.
İnsân-ı kâmil Hak ile halk arasında bir köprü vazifesi görür. Gerçek insân-ı kâmil olan Hz. Peygamber ile onun vârisi olan insân-ı kâmilin bir Özelliği de Allah’ın ahlakıyla ahlâklanmış olması bakımından ahlâkî kemale sahip bulunmasıdır. İnsân-ı kâmil şeriat, tarikat, hakikat ve marifet itibariyle tam ve ergin olan kişidir. Kâmil insanın sözleri doğru, işleri iyi, ahlâkı güzeldir, marifet sahibidir, yani eşyayı ve ondaki hikmetleri gereği gibi bilir. Esasen sülûkün amacı da söz konusu dört hususu kemale erdirmekten ibarettir. İnsân-ı kâmilin bir başka fonksiyonu da ilâhî varlık için en büyük şahit ve delil olmasıdır. Bu delil öteki bütün delillerden daha güçlüdür: çünkü ilâhî isim ve sıfatlar hiçbir varlıkta insân-ı kâmilde olduğu kadar parlak bir şekilde görünmez. O Allah isminin mazharı, yaratılışın gayesi ve Allah’ın halifesidir. İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden Abdülkerim el-Cîlî birçok eserinde bu mertebeyi şerhetmiş, el-İnsânü’l-kâmil ve en-Nâmûsü’l-azam adlı eserlerini bu konuya ayırmıştır. Tasavvufî anlamdaki insân-ı kâmil ile günlük dilde kullanılan “kâmil insan, olgun adam” ifadeleri arasında bir ilişki bulunmamaktadır.
TDV İslâm Ansiklopedisi