İslamda Kadın Nedir, İlgili Konular, Hakları, Dövmek, Çok Evlilik, Hakkında Bilgi

İslâm toplumlarında kadının gerek aile hayatında gerekse si­yasî, hukukî, sosyal ve ekonomik alanlar­daki konumunu bir taraftan dinî ku­rallar, diğer taraftan sosyal ve siyasî çev­re, etnik yapı ve İslâm öncesinden gelen kültür mirası belirlemiştir. Bu sebeple İs­lâm dünyasında kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda olduğunu söyle­mek mümkün değildir. Hatta aynı bölge­de ve aynı zaman dilimi içinde yaşayan kadınlar arasında bile şehirde veya kırsal kesimde bulunmalarına göre farklılıklar olmuştur. Ancak bu, İsiâm toplumların­daki kadınların bütünüyle farklı kimlikleri temsil ettiği anlamına da gelmez; onlar sosyal, hukukî ve ekonomik konum bakı­mından her dönemde belirli ortak çizgi­lere sahip olmuşlardır.

İslâm dini ve kültürünün kadının ferdî ve içtimaî hayatında yaptığı değişiklikleri sağlıklı olarak değerlendirebilmek için İs­lâm öncesi Arap toplumuna bakmak ge­rekir. Arap toplumu, hem İslâm’ın içinde doğup yayıldığı çevre olması hem de ka­dın konusundaki ilk İslâmî yorum ve uy­gulamaları etkilemesi açısından önem­lidir. Kadınların erkeK merkezli Câhiliye toplumu içinde ikinci derecede bir yere sahip olduklarını söylemek yanlış oimaz. Bunda büyük çoğunluğu itibariyle göçe­be bir hayat sürmenin de rolü vardır. Çöl şartlan içinde sık sık yer değiştirmek zo­runda kalan, zaman zaman diğer kabile­lere baskın yapma ve ganimet elde etme mecburiyetinde bulunan göçebe kabile­lerin yaşantısında muharip sınıftan olma­yan ve daha ziyade tüketici olarak görü­len kadının ikinci derecede bir role sahip olması şaşırtıcı değildir. Bu konum bazan kadınların hayatını bile önemsiz hale ge­tirmiştir. Kız çocuklarının ailenin ve ka­bilenin imkânlarını tüketmesinin önüne geçmek ya da kabileler arasındaki baskın­larda yabancıların eline geçmesinin vere­ceği utançtan kurtulmak için nadiren de olsa kendi ailesi tarafından öldürülmesi de bunun bir kanıtını teşkil eder.

İslâm’dan önce bazı kabilelerin bir dö­nem anaerkil bir aile yapısına sahip olduklarını gösteren ipuçları varsa da Arap top­lumunda genel hatları bakımından olduk­ça katı bir pederşahîliğin mevcudiyeti gö­rülmektedir. Bunun sonucu olarak ka­dınların aile İçindeki konumları büyük öl­çüde aile reisi olan erkeğe bağlıdır. Evlen­me çağına gelen kızlar, dul kadınlar ken­di başlarına evlenemez, müstakbel eşini çok defa kendisi seçemez; bu yetki veli­nin elinde bulunur. Ayrıca veli evlilik kar­şılığında müstakbel kocadan para veya mal (mehir) alır. Kadının kocasının ölümü halinde üvey evlâdına veya kayınbirade­rine miras konusu bir mal olarak intikal etmesi de bu konumunun bir sonucudur. Kadınların evlenme ehliyetini sadece ata­erkil aile yapısı değil kabile içi evlenme geleneği de (endogami) sınırlamaktadır. Ancak bu dönemde şehirli kadının sosyal ve ekonomik durumu göçebe kabilelerindekine nisbetle farklıdır. Şehirli kadın top­lum içinde etkin bir yere sahiptir, malla­rını bizzat yahut bir ortak vasıtasıyla işle­tebilir. Ebû Süfyân’ın eşi Hind’in Mekke’­de saygın ve özelliKle müslümanlarla mü­cadelede etkin konumu, Hz. Peygam-ber’in ilk eşi Hatice’nin Mekke aristok­rasisinin varlıklı bir üyesi olarak temayüz etmesi ve ekonomik aktivitesini sürdür­mesi bunun Örneklerini teşkil eder.

Câhiliye devrinde kadın-erkek ilişkile­rinin biçimini de toplumun göçebe veya yerleşik olması belirlemektedir. Göçebe topluluklarda daha serbest bir görüşme ortamının mevcut olduğu söylenebilir. Bu dönemde kadınlar iffetli bir aile hayatına sahipse de farklı erkekle ilişkilerini sür­dürenlerin varlığı da bilinmektedir. Özel­likle kölelerin ve azatlıların böyle bir yaşa­yışı benimsediği söylenebilir. Resûl-i Ek­rem, müslüman kadınlardan çeşitli konu­lar yanında zina etmemek üzere de biat alırken bir kadının, “Hür kadın hiç zina eder mi?” diye hayretini İfade etmesi o dönemde yerleşik anlayış ve uygulamayı göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Yine Arap toplumun­da boşanmanın yaygın şekilde uygulan­dığı ve sayı sınırlaması olmayan bir poli­gaminin mevcut olduğu bilinmektedir.

Klasik İslâmî Dönem. Genel Anlayış. İslâm dini, gerek İslâm öncesi Arap top­lumundaki dinî anlayış gerekse yerleşmiş örf ve âdetlere nisbetle kadının sosyal, ekonomik ve hukukî konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Kur’an, insan ol­ması bakımından kadını erkekle eşit bîr varlık olarak kabul eder. Allah insanları daha huzurlu ve mutlu bir hayat sürme­leri için çift yaratmıştır.[Nisâ 4/1; Rûm 30/21] İslâm’da ilk kadın tarafından işlenen ve erkeğin de işlemesine sebep olunan aslîgünah anlayışı yoktur. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Âdem’le Havva’nın şeytan ta­rafından müştereken kandırıldığından bahseder.[Bakara 2/34-36; krş. Tâhâ 20/ 121] İslâm’da Hıristiyanlık’ta olduğu gibi ilk günah anlayışına dayanan kadın kar­şıtı bir söylem yoktur. Erkek olsun kadın olsun her doğan kişi günahsız doğar, son­radan işlediği fiiller sebebiyle sorumlu olur.

Kur’ân-ı Kerîm’de gerek yaratılış ge­rekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın Allah’ın ku­lu olması bakımından erkekle eşit seviye­dedir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir.[Âl-i İmrân 3/195; Tevbe 9/ 71] Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları Kur’an’m çizdiği bu çerçeveye uygundur. Onun şahsın­da kadınlar her zaman meseleleriyle il­gilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıkların­da ara buluculuk yapan, haklarını koru­yan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını Öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hami bulmuşlar­dır.

İslâm toplumlarındaki uygulamaların her zaman yukarıda belirtilen esaslara uygun olarak şekillendiğini söylemek mümkün değildir. Bazan kökleşmiş ata­erkil aile anlayışı ve bu anlayış çerçevesin­de kadın haklarını kısıtlayan telakki, âyet ve hadislerin yorumlanmasına dayandı­rılmak istenmiş, bazan da sıhhati şüpheli hadislere yaygınlık kazandırılarak bu yo­rumlara uygun bir zemin hazırlanmıştır. İnsana uğursuzluk getiren varlıklar ara­sında kadının da sayıldığı, “Üç şey uğur­suzluk getirir: Ev. kadın ve at” hadisi bunun örnekle­rinden birini teşkil eder. Bu hadis, her şey­den önce Hz. Peygamber’in İslâm’da uğur­suzluğun olmadığını belirten beyanıyla çelişmektedir. Ayrıca Ebû Hüreyre’nin böyle bir hadisi naklettiğini duyan Hz. Âişe’nin itirazı da dikkat çekicidir. Âişe: “Ebû Hüreyre hadisi tam olarak zaptedememiş, çünkü o Resûlullah şöyle derken içeri girmiştir: Allah yahudilerin canını alsın! Onlar uğursuzluğun evde, kadında ve atta olduğunu söylerler’. Ebû Hüreyre sözün sonunu duymuş, fakat ba­şını duymamıştır. Öte yandan hadisin bir yanlış anlamadan kay­naklanmış olması da mümkündür. Hz. Peygamber ev. at ve kadını uğursuz var­lıklar olarak değil insanoğlunun saade­tinin veya bedbahtlığının sebebi olarak göstermiştir. Ancak ka­dını uğursuz sayan anlayış, İslâm tarihin­de zaman zaman bazı toplumsal felâ­ketlerin sorumluluğunun kadına yüklen­mesine ve ona yönelik baskıcı bir tavır takınılmasına yol açmıştır. Nitekim Fa­tımî Halifesi Hâkim-Biemnllâh 391 (1001) yılındaki kuraklık ve salgın hastalıkları kadınların serbestçe evlerinden dışarı çık­malarına bağlamış ve bunu yasaklamış­tır. Benzer bir yasak, yine kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden Memluk Sultanı Barsbay tarafından da uygulanmıştır. Bir başka örnek na­maz kılanın önünden merkep, kara köpek ve kadının geçmesi durumunda namazın bozulacağını ifade eden hadistir. Hz. Âişe bu hadise şiddetle İtiraz etmiş ve. “Bazan Resûlullah namaz kılarken ben onunla kıblesi arasında yatmış olurdum, secde etmek istediğinde ayaklarıma do­kunurdu, ben de onları çekerdim” demiş­tir. Ancak bu anlayışın her dönemde İslâm toplumlarına hâkim olmuş değil­dir. Meselâ kadınlar hıristiyan dünyasında olduğu gibi hiçbir zaman toplumsal bir nefretin odak noktasına yerleştirilmemiş-tir. Bununla birlikte Resûl-i Ekrem’den sonra ataerkilliğin ve yerleşmiş anlayış­ların tesiriyle kadınların konumunda ge­rilemenin olduğu da bir vakıadır. İslâm âlimleri yaptıkları yorumlarda içinde ya­şadıkları sosyal, kültürel çevreden ve si­yasî şartlardan etkilenmişlerdir.

Sözü edilen geri gidişin bazı örneklerine dinî ve içtimaî alanlarda rastlamak müm­kündür. Hz. Peygember döneminde ka­dınların Mescid-i Nebevî’de aktif bir dinî hayatından bahsedilebilir. Sahâbî kadın­ların gerek günlük namazlara gerekse cu­ma ve bayram namazlarına katıldıkları bilinmektedir. Resûl-i Ekrem’in bu iştiraki teşvik ettiği, hatta mazeretleri sebebiy­le namaz kılamayacak durumda olanların bile bayram namazlarında cemaatin ge­risinde durup tekbirlere katılmalarını is­tediği kaydedilmektedir. Resûlullah’ın zaman zaman erkekler bölümü­nü geçip kadınların yanına gittiği ve on­lara ayrıca dinî bilgiler verdiği de olmuş­tur. Bu ise kadınların cemaate iştirakinin az sayıda olmadığını göstermesi bakımın­dan dikkat çekicidir.

Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra kadınların namazlarını camide kıl­ma uygulamasından rahatsızlık duyulma­ya başlandığı anlaşılmaktadır. Bunda, ba­zı kadınların dikkat çekecek şekilde süs­lenerek mescide devam etmelerinin rolü olmalıdır. Zira Hz. Âişe’den gelen bir riva­yet bunu düşündürmektedir: “Eğer Pey­gamber kadınların kendisinden sonra ne­ler yaptığını görmüş olsaydı Benî İsrail kadınlarında olduğu gibi onları mescide gelmekten menederdi. Burada Âişe’nin dikkat çekmek istediği husus, kadınların cemaate katıl­maları değil camiyi süs ve ziynetlerini gösterme yeri olarak kullanmalarıdır. Yi­ne Hz. Âişe’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem, “Ey insanlar! Kadınlarını­zı ziynetlerini takarak mescidde gösteriş yapmaktan menedin” demiştir Hz. Ömer’in, hilâfeti dö­neminde ramazan aylarında mescidde kadınlar için biryer ayırması ve Süleyman b. Ebû Hasme’yi sadece kadınlara namaz kıldırmak İçin görevlendirmesi böyle bir sosyal de­ğişim karşısında Mescid-i Nebevfyi iba­det mahalli olarak muhafaza etme hede­fine yönelik olmalıdır. Ancak bu uygulama Hz. Osman zamanında kaldırılmış, kadın­lar önceden olduğu gibi tek imamın arka­sında erkeklerle birlikte namaz kılmaya devam etmiştir. Kadınların camilerden uzak tu­tulmak istenmesi zamanla etkisini gös­termiş, onların evdeki ibadetlerinin camidekinden daha faziletli olduğu, camiye gitmelerinin fitneye sebep olacağı inancı yerleşmeye başlamıştır. Kadınlar bunun yerine sonraki dönemlerde türbe, tekke ve zaviyeleri ziyarete yönelmişlerdir. Bu ise dinin teorik ve amelî yönünü değil şeklî yönünü ön plana çıkarmıştır. Bu ge­lişme, din dışı bazı uygulamaların zaman­la dindenmiş gibi gösterilmesinde etkili olmuştur.

Hukukî Statüsü. Kadının İslâm tarihi içindeki konumunun belirlenmesinde hu­kukî hükümlerin önemli bir payının olduğu Şüphesizdir. Konuyla ilgili çağdaş araştır­malarda da bu hükümler geniş bir şekîlde incelenmiştir. Dolayısıyla burada, fı­kıh kitaplarının ve uygulamanın ışığında özellikle tartışılan ve kadının konumunu belirlemede esas olan hak (vücûb) ve fiil (edâ) ehliyeti, bu çerçevede evlenme öz­gürlüğü, boşanma imkânı, aile reisliği, miras paylaşımı, yargılama hukukundaki durumu, şahitliği, kamu alanındaki yeri ve devlet başkanlığı konularındaki huku­kî hükümler ele alınmıştır. Uygulamaya yönelik incelemelerin önemli bir proble­mi bu alanda en zengin bilgi kaynağını Osmanlı mahkeme kayıtlarının teşkil et­mesidir. Önceki dönemlere ve diğer ülke­lere ait kayıtların çok nâdir oluşu, Osman­lı uygulamasının genelleştirilmesi sakın­casını beraberinde getirmekteyse de bu kayıtların çok geniş bir coğrafyaya yayıl­mış olması (meselâ İstanbul, Bursa, Kara­man, Kayseri, Sivas, Trabzon], benzer sos­yal ve kültürel yapıya sahip şehirlerin yanı sıra Halep, Şam, Kudüs, Nablus, Kahire gibi farklı yapılardaki şehirlere ait kayıt­ların da elde bulunuşu genelleştirmenin sakıncalarını asgariye indirmektedir.

Kadın İslâm hukukunda bir hak süjesi değil hakkın tarafıdır. “Erkeklerin de ka­zandıklarından nasipleri, kadınların da ka­zandıklarından nasipleri var” mealindeki âyet [Nîsâ 4/32] her iki cinsin sadece manevî kazanımlarını değil maddî kaza-nımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî iş­lemleri yapma hususunda kadın esas iti­bariyle erkeklerle aynı konumdadır; er­kekler bir hukukî işlemi hangi şartlarla yapabiliyorsa kadınlar da o şartlarda yapabilirler. Her ne kadarimam Mâlik, evli kadınların kocalarından izinsiz olarak an­cak mallarının üçte biri oranında başka­ları lehine karşılıksız kazandırıcı işlemleri yapabileceği görüşündeyse de bu görüş azınlıkta kalmıştır. Hukukçuların büyük çoğunluğuna göre tam ehliyetli olmak şartıyla kadınlar kendi aleyhlerine olan bağış ve vakıf gibi işlem­leri de serbestçe yapabilirler. Nitekim Hz. Peygamber döneminden itibaren sadaka tarzındaki dinî bağışlarda kadınların özel bir yeri olmuştur. Ebû Saîd el-Hudrî, Re-sûl-i Ekrem’in İnsanları sadaka verme­ye teşvik eden hadisini rivayet ettikten sonra, “En çok sadaka verenler kadınlar olurdu” demektedir.

Her türlü hukukî işlemi yapma ehliyeti bakımından kadınların sahip olduğu teo­rik imkânın uygulamaya yansımadığı ken­dilerine ait mallar üzerindeki tasarruf hak ve yetkisinin çok defa onların rızâları söz konusu olmaksızın babalan veya kocaları tarafından kullanıldığı kanaati yaygınlık Kazanmışsa da bu doğru değildir. Kadın­ların ekonomik ve ticari alanda erkekler kadar aktif olmamaları, sahip oldukları mallarla İlgili tasarruf yetkisinden mah­rum oldukları veya bunu babalarına ya­hut kocalarına kaptırdıkları anlamına gel­mez. Şer’iyye sicilleri üzerinde yapılan araştırmalar, kadınların kendi mallarına bizzat tasarruf ettiklerini göstermekte­dir. XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Kayseri’-de mahkemeye kaydı yapılan mal ve em­lâk satışlarının % 40’mın taraflarından en az biri kadındır. İşlemlerin üçte ikisin­de kadınlar satıcı, üçte birinde alıcı duru­mundadır. Bu oran aynı dönemde Amas­ya bölgesinde daha yüksek, Trabzon ve Karaman’da biraz daha düşüktür. Kadınla­rın, kendi mallan üzerinde rızâları alınma­dan yapılan hukukî işlemleri iptal etme hakkına sahip oldukları ve gerektiğinde bu hakkı kullanmaktan geri durmadıkla­rı da yine bu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Kadının evli veya bekâr, mallarına tasarruf edenin de babası veya Kocası olması sonucu etkilemez. İslâm hukukunda mevcut mal ayrılığı ilkesi ko­cayı karısının malları üzerinde yetkisiz kıl­maktadır. Bu durum uygulamaya önemli Ölçüde yansımış ve Batı hukukunda evli Kadınların kendi mallan üzerinde tasar­ruf ehliyetine sahip bulunmaması gibi bir durum müslüman kadınlar için söz ko­nusu olmamıştır.

Kadınların hukukî ehliyet ve malî im­kânlarını hayata ne ölçüde geçirebildik­lerini göstermesi bakımından mal varlık­larında eksilmeye yol açan ve bu sebeple işiem sahibinin tam ehliyetli olmasını ge­rektiren vakıflar özel bir yere sahiptir. İs­lâm tarihinin muhtelif dönemlerinde ve İslâm coğrafyasının çeşitli yerlerinde ka­dınlar tarafından kurulan vakıflar her za­man belli bir oranın üzerinde olmuştur. 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrîr Deften nüe kayıtlı 2517 vakıftan 913’ü (% 36) kadınlar tarafından kurulmuştur. XVIII. yüzyılda Mısır’da ku­rulmuş olan, vakfiyeleri Mısır Evkaf BaKanlığı nda muhafaza edilen 496 vakıftan 126’sını (% 25) kadınlar tesis etmiştir. Halep’te kadınların kurduğu vakıflar XVI. yüzyıldan itibaren gittikçe yükselen bir seyir takip eder. Halep şer­’iyye sicillerine kaydedilen vakfiyeler içinde kadınlar tarafından tesis edilenler XVI. yüzyılda % 6,5. XVII. yüzyılda % 26. XVIII. yüzyılda % 37, XIX. yüzyılın ilk yansında % 44’iük bir orana sahiptir. Bu oranların kadınların ticarî ha­yattaki sınırlı etkinlikleri dikkate alındı­ğında hayli yüksek olduğu görülür ve ka­dınların sahip oldukları hak ve imkânları rahat bir şekilde kullanabildiklerini gös­terir.

Kadınların kurduğu vakıflar içinde hayrî vakıfların yanında zürrî (aile) vakıflar da vardır. Dikkat çeken bir nokta, bu va­kıflara tahsis edilen imkânlarla yapılan meskenler arasında dul kalmış, boşanmış kadınların barmabilmesi için ayrılmış olanların da bulunmasıdır. Makrîzî. Kahire’de Karâfetülkebîre’de Hz. Peygamber’in eşlerinin mescide bitişik odaları şeklinde inşa edilmiş, ihtiyar dul kadınla­ra ait bir vakıftan (ribât) bahsetmektedir. Sehâvîdeyine Kahire’de Hâretü Abdülbâsıt’ta bu maksatla inşa edilmiş ribâtların varlığını bildirir. Kadınlar kurdukları vakıf­ları çok defa kendileri yönetmişlerdir.

Her türlü hukukî işlemi yapabilme eh­liyeti bakımından erkekle aynı konumda olan kadının Hanefî ve Ca’ferîler’in dışın­daki mezheplerce evlenme ehliyetine ge­tirilen sınırlama ancak velisin in rızâsı ile evlenebilmesi, bir yandan Arap toplu­mundaki ataerkil geleneğin fıkhî yorum­lara yansımasının, öte yandan dönemin şartları içinde kadınları koruma arzusu­nun doğurduğu bir sonuç olarak değer­lendirilmelidir. Hanefîler, Hz. Peygam-ber’in ergen kızların velileri tarafından evlenmeye zorlanamayacağını ifade eden sözleri ve uygulamalarını, diğer mezhep­ler ise velinin önemini vurgulayan hadis­leri esas almışlardır. Hanefîler’in yaygın olduğu bölgelerde kadına evlenme ehli­yeti tanıyan görüş, diğer mezheplerin yaygın bulunduğu ve daha çok Araplar’in meskûn olduğu bölgelerde İse ikinci gö­rüş hâkim olmuştur. Ancak Osmanlılar’-da XVI. yüzyıldan itibaren, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye ait olan. kadınla­rın velileriyle müştereken evlenme ehli­yetine sahip oldukları yani ikisinin de rı­zâsının gerekli olduğu yolundaki görüş uygulamaya konulmuş, 1917 Osmanlı Huküı Aile Kararnâmesi’nde tekrar âkil ba­liğ kadına evlenme ehliyeti tanıyan görü­şe dönülmüştür. XX. yüzyılda birçok Arap ülkesindeki aile kanunlarında da Hanefı-ler’deki hâkim görüşü esas alan bir dü­zenlemeye gidilmiştir.

İslâm hukukunda aile reisliği denebile­cek “kavvâm olma” yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın insanların bazılarını diğerlerine nisbetle farklı yeteneklere sahip olarak yaratması ve ailenin geçimi için çalışıp harcama yapmaları sebebiyle erkekler ka­dınlar üzerinde kavvâmdır” denilmekte­dir.[Nisâ 4/34] Burada “kavvâm” keli­mesi koruma ve yönetme hak ve yetkile­rine müştereken sahip olmayı ifade et­mektedir. Aile reisliğinin kocaya verilme­si, toplumun bu en küçük biriminde or­taya çıkacak karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyade fonksiyonel bir yetki farklılığının söz ko­nusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştir­diği münferit örneklerde farklı bir duru­mun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, har­cama yükümlülüğünün yer değiştirebil­diği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır.

İslâmiyet esas itibariyle tek evliliği Öner­miş, ancak gerektiğinde adaletli davran­mak şartıyla çok evliliğe de izin vermiştir.[Nisâ4/3 Fazlurrahman, adaletli dav­ranma şartının klasik hukukçular tara­fından sadece ahlâkî borç olarak anlaşı­lıp hukukî müeyyideye bağlanmamasını eleştirmektedir. Bu teorik imkâna rağmen İslâm toplumlarında çokevliliğin yaygın olma­dığını söylemek gerekir. Osmanlı tereke defterleri üzerinde yapılan araştırmalar, şehir veya kırsal kesimde yaşama duru­muna bağlı olarak çok evlilik oranının % 5-9 civarında olduğunu ortaya koymakta­dır. Edirne askerî kassamına ait tereke defterlerine göre 1545-1659 yılları ara­sında ikinci evlilik oranı % 7.18’dir. Bursa’da bu oran çok daha düşüktür.[% 3,48; Özdeğer, s. 50] Bazı araştırmalar, Osmanlı şehirle­rinde birden fazla eşle evlilik oranının % 9,27, köylerde ise % 3 olduğunu göster-mektedir. Çok evlilik oranı son döneme ait nüfus kayıt­larından daha açık bir şekilde tesbit edilebilmektedir. İstanbul’da.[885 yılında çok evlilik oranı % 2,52, 19O7’de% 2,16’dır (Duben-Behar, s. 161-162] Eşlerinin ken­dileri üzerine evlenmesini istemeyen ka­dınlar Hanbelî mezhebine göre bunu ni­kâh esnasında şart olarak ileri sürebil­mekte ve bu şart bağlayıcı olmaktadır. Uygulamada bunun azımsanmayacak ör­neklerine rastlamak mümkündür. Hukük-ı Aile Kararna­mesi de bu şartın geçerli ve bağlayıcı ol­duğunu kabul etmiştir.

Hanefîler evlenme ehliyeti konusunda genişletici bir yorumu benimserken bo­şanma ehliyeti hususunda tam aksi bir yol izlemişlerdir. Koca bu mezhepte tek taraflı irade beyanıyla (talâk) veya eşiyle anlaşarak (muhâlea) boşanma imkânına sahipken Kadın sadece kocanın iktidarsız olması durumunda hâkim kararıyla boşa-nabî İm ektedir. Diğer mezheplerce kabul edilen, kocanın eşini nafakasızterketmesi, gaip olması, eşine kötü muamelede bulunması gibi hususlar Hanefîler’ce bo­şanma sebebi olarak kabul edilmemiştir. Hanefîler’in bu daraltıcı yorumu, mezhebin yaygın olduğu bölgeler­de zaman zaman ciddi problemlere se­bep olmuştur. Osmanlı Devleti’nde koca­sından boşanmak isteyen ve bunu başka bir yolla sağlayamayan kadınlar, Dîvân-ı Hümâyun’a başvurup resmî baskı ile ko­calarının kendilerini boşamalarını sağla­maya çalışmış ve bunda belirli ölçüde ba­şarılı olmuşlardır. Bu problem, Osmanlı Devleti’nde ancak Hukük-ı Aile Kararnâmesi’nin diğer mezheplerden yararlana­rak boşanma sebeplerini genişletmesiyle çözülmüştür. Öte yandan kocanın sahip olduğu kolay boşama imkânı aynı ölçü­de uygulamaya yansımamıştır. Özellikle Türkler’in meskûn olduğu bölgelerde bo­şama oranı tarih boyunca hep düşük kal­mıştır. Arap toplumlarında ise bu oran biraz daha yüksektir. Bazı bölgelerde key­fî boşamaları önlemek için mehr-i müec­cel miktarı hayli yüksek tutulmuştur.

Aile birliği devam ederken karı kocanın çocuklarıyla müştereken ilgilendikleri, ba­kım, terbiye ve gözetim yükümlülüğünü beraberce üstlendikleri görülmektedir. Bu birliğin bozulduğu veya ölümle sona erdiği durumlarda ise Batı hukukunda “velayet” adı altında tek bir kurum olarak şekillenen çocukların şahıs ve mal varlık­larıyla ilgilenme hak ve yetkisi İslâm hu­kukunda iki kuruma bölünmüştür. Çocuğun belli bir yaşa kadar bakımı demek olan “hidâne”de yetki anneye ve onun bu­lunmadığı durumlarda kendi cinsinden akrabalarına (teyze), belli biryaştan son­ra şahıs ve mal varlıklarıyla İlgili olanlar velayet adıyla babaya ve onun erkek akrabalarına (amca) verilmiştir. Bu ayırım çocuğun pedagojik ve psikolojik ihtiyaç­ları göz önüne alınarak yapılmıştır. Ancak kural bu olmakla beraber özellikle baba­nın olmadığı hallerde mahkemenin an­neyi diğer akrabalara tercih ederek vasî tayin ettiği görülmektedir.

Ailede Karı koca arasında bir anlaşmaz­lık çıkması durumunda bunun nasıl hal­ledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının aile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca aile reisi olduğuna göre bu yetkinin aşın kullanımının bir taraftan aile birliğini, diğer taraftan kadının kişili­ğini etkileyeceği açıktır. Kur’ân-ı Kerîm’-de, kocasına karşı itaatsiz (nâşize) duru­muna düşen kadının önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılaca­ğı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi [Ni­sâ 4/34] üzerinde en fazla tartışılan ko­nuların başında gelmektedir. Âyette ge­çen “darb” kelimesinin yaygın anlamı olan “dövme”den başka bir anlam taşıyıp ta­şımadığı günümüzde çok tartışılmakta­dır. Burada, ilâhî mesaja doğru mâna ve­rilmesi açısından âyette sadece darb ke­limesinin değil “nâşize”nin de ne anlam­da ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.

Genel olarak “itaatsizlik” mânasına ge­len “nüşûz” kelimesi, ailenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşa­maya kadar geniş bir alanı içine almak­tadır. Huzuru bozan her davranışın ağır­lığına denk bir müeyyideyle karşılanma­sı, hem ailenin birliğini koruma nokta­sından hem de fiil ve müeyyide arasında gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur’an’ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber’in uygulama­ları bu konuya da ışık tutacak nitelikte­dir. Hadis kitapları ve Resûl-i Ekrem’in hayatından bahseden eserler onun eşle­rini dövdüğüne dair herhangi bir olaydan söz etmemektedir. Hz. Âişe, Resûlullah’ın eşlerini ve hizmetçilerini asla dövmediğini söylemektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Âişe’nin babası tarafından cezalandırılmasına da rı­za göstermemiştir. Şu halde basit uyuş­mazlık durumunda şiddete başvurulması Önerilen bir yöntem değildir. Resûl-i Ek­rem Veda hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında “yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri”nin (zina etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir. Âyette geçen “nüşûz”un hangi davranışları içermesi halin­de dövme cezasının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Veda hutbesindeki bu ifade dikkat çekicidir. Aslında kla­sik dönemin bazı âlimleri de dövme yet­kisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamberin, müslümanların en hayır­lılarının eşlerine en iyi davrananlar oldu­ğunu ve kendisinin bu konuda örnek teş­kil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifade ederek on­lara böyle davranılmamasını emretmesi­ni göz önüne alan bu âlimler kadının dövülemeyeceğini veya faziletli davranı­şın onlara böyle bir cezayı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir. Fakat tatbikatta her zaman Resûlullah’ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Nitekim kocalarından kötü mu­amele gören ve dövülen kadınların mah­kemeye intikal etmiş bir hayli şikâyetleri söz konusudur.

İslâm’da kadına miras hakkı tanınmış ve anne. nine, eş, kız çocuğu, kız kardeş olma durumuna göre alacakları pay ayrı ayrı belirlenmiştir.[Nisâ4/l 1-12] Bu hak İslâm öncesi dönemdeki uygulama­ya nisbetle önemli bir yeniliktir. Çünkü bu devirde en azından bazı bölge ve kabile­lerde kadınların herhangi bir miras hak­kından bahsedilemez. Yerleşmiş gelenek­lerin birden bire değiştiğini de söylemek mümkün değildir. Özellikle kırsal kesim­lerde veya İslâm öncesi uygulamanın te­amül olarak devam ettiği yörelerde, belli bir çeyiz alarak baba evinden ayrılan kızların daha sonra mirastan fiiîen mahrum kaldıkları görülmektedir. Ancak kızların buna razı olmadıkları durumlarda mahkemeye başvurma hakları daima mevcut olmuştur. Kadınların açtıkları davaların önemli bir kısmının mİ-ras ihtilâflarına dair olması bu imkânın kullanıldığını göstermektedir. 1086’da (1675) şikâyet defterlerine geçen ve İs­tanbul’da kadınlar tarafından açılan alt­mış iki davadan yirmi dördü (% 39) miras ihtilâflarına dairdir.

İstisnaları olmakla birlikte kadının mi­ras payı aynı konumdaki erkeğin hisse­sinin yarısı kadardır. İlk bakışta kadının aleyhine olan bir hüküm gibi görünen bu düzenleme, İslâm hukukunun erkeğe yüklediği malî yükümlülük ve kocanın aile içindeki sorumluluğuyla birlikte değer­lendirildiğinde daha farklı bir sonuca varılmaktadır. Ailenin geçim yükümlülüğü­nün tamamıyla kocaya ait olduğu, evlen­me sırasında kocanın mehir adıyla kadı­na bir ödemede bulunduğu, ceza huku­kunda ortaya çıkan “âkile” gibi sosyal yar­dımlaşma uygulamalarına sadece erkek­lerin katıldığı göz önüne alındığında iki cinse düşen net payın bir anlamda eşitlendiği görülür.

Kadınların İslâm tarihi boyunca döne­min diğer toplumlarında olduğu gibi ge­nel olarak kamu görevinden uzak tutul­duğu bilinmektedir. Gerçi İslâm hukukçu­ları, kadının devlet başkanlığı ve hâkimlik dışında kamu görevi yapmasına umumi­yetle karşı çıkmamışlardır. Hz. Ömer’in kadınların devam ettiği Medine pazarına Şifâ bint Abdullah’ı denetim görevlisi ola­rak tayin ettiği kaydedilmektedir. Hâkim­lik konusunda ise farklı görüşler ileri sü­rülmüştür. Mâliki, Şafiî ve Hanbelîfakih-leri arasında ağırlık kazanan görüşe göre kadınlar hâkimlikyapamaz. Bu fikri savu­nan hukukçular, devlet başkanlığına han­gi gerekçelerle karşı çıkmışlarsa ona ben­zettikleri hâkimliğe de aynı şekilde karşı çıkmışlardır. Hâkimliği şahitlik gibi kabul eden Hanefîler ise had ve kısası gerekti­ren suçlar dışındaki davalarda kadının şa­hitlik gibi hâkimlik de yapabileceğini söy­lemektedir. İbn Cerîr et-Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi âlimlerle Zahiri fakihleri hüküm vermeyi fetva vermeye benzeterek kadın­ların her türlü davada hâkimlik yapabile­ceğini belirtirler. Aslında bu tartışmalar büyük ölçüde teoriktir ve uygulamada ka­dınların hâkimlik yapmasının örnekleri çokazdır. Kadınların hâkimlik yapmaması ve diğer kamu alanlarında rol almama­sında yerleşmiş telakkilerin, kadının aüe İçindeki görevlerini aksatacağı endişesi­nin ve kamuda iş imkânının sınırlı bulunmasının da rolü olmuştur. Nitekim za­manla bu sınırlı görevler erkeklerin de ih­tiyacına yetmediğinden bazı devletlerde kamu görevleri sürekli olmaktan çıkarıl­mış, süreli hale getirilmiştir.

Günümüzde tartışılan bir konu da ka­dınların devlet başkanlığı meselesidir. İs­lâm tarihinin ilk dönemlerinde kadınlar siyaset alanından bütünüyle uzak değil­diler. Hz. Peygamber’in zaman zaman sa-hâbîlerden dinî-siyasî taahhüt mahiye­tinde aldığı biatlara kadınlar da iştirak et­miştir. İkinci Akabe Biatı’na ve Bey’atür-rıdvân’a kadınların da katıldığı bilinmek­tedir. Ancak bu uygulama Resûl-i Ek­rem’in dönemiyle sınırlı kalmıştır ve son­raki devirlerde İslâm toplumundan alınan biatlara kadınların katıldığına dair bilgi yoktur. Gerçi Hz. Ömer’in vefatı üzerine kimin halife olacağı konusunda Medine’­nin ileri gelenleriyle görüşen ve bu görüş­meler ışığında Hz. Osman’ı halife olaraK belirleyen Abdurrahman b. Avf erkekle­rin yanı sıra kadınların da fikrini almıştır. Hz. Osman’ın yaptığı tayinler se­bebiyle eleştirilmesi üzerine bundan böy­le sahabenin ileri gelenlerinin ve bu ara­da Hz. Peygamber’in hanımlarının görü­şünü almadan tayin yapmayacağını söy­lemesi, en azından peygamber hanımla­rının Medine siyasî yapısındaki etkin ro­lünü göstermesi bakımından dikkat çe­kicidir. Yine Hz. Ali’nin hilâfetinin ilk yılla­rında Cemel Vak’ası ile sonuçlanan olay­larda Hz. Âişe’nin siyasî rolü çok belirgin­dir ve hiç kimse ona kadın olması sebe­biyle itiraz etmemiştir. Ancak yine de bu alan sonraki dönemlerde kadınlara kapalı kalmıştır.

Klasik kaynaklarda devlet başkanında aranan nitelikler sayılırken erkek olması da genelde zikredilir. Buna delil olarak da Hz. Peygamber’in. “Yönetimlerini kadına teslim eden bir toplum iflah olmaz” ha­disi gösterilir. Devlet başkanının özellikle İslâm hukukunun teşekkül dönemlerinde ordu­nun başında sefere çıkması, dinî görevleri arasında cuma hutbesini okuması ve namazı kıldırması, bunlardan bilhassa ikincisi için onun erkek olmanın gereklili­ğini kuvvetlendirici delil olarak sayılmak­tadır. Ancak özellikle çağdaş araştırmacı­ların dikkat çektikleri konu, bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de yasaklayıcı bir hükmün yer almaması ve Sabâ Melikesi Belkıs’tan bahsedilirken [Neml 27/23-44] hiçbir olumsuz ifadenin zikredilmemiş olması­dır.

Her kamu görevi gibi devlet başkanlığı için de en önemli şartın liyakat olduğunu göz önünde bulunduran çağdaş araştır­macılar kadınların devlet başkanlığı da­hil her türlü görevi üstlenebileceklerini, imamlığın veya ordu kumandanlığının bizzat devlet başkanı tarafından yapıl­masının gerekmediğini ileri sürerler. Bun­lara göre Hz. Peygamber’in kadının dev­let başkanı olamayacağı yolundaki sözle­ri, bütün asırları bağlayıcı bir hüküm ol­maktan ziyade kendi dönemiyle ilgili bir tespittir. Resûl-i Ekrem bu sözleriyle, o dönemde bir kadının yönetiminde bulunan Sâsânî Devleti’nin uzun süreü olma­yacağını haber vermektedir, nitekim de öyle olmuştur. Esasen İslâm tarihinde ka­dınların devlet başkanlığı yaptığı büin-mektedir. Yemen’de hüküm süren Suley-hîler’de Hürre es-Suleyhıyye önce kocası­nın sağlığında Yemen’i idare etmiş, onun ölümü üzerine de tek başına hükümran olmuştur. Delhi’de Sultan Şemseddin İltutmuş’un 1236″da ölümünden sonra devleti dört yıl kızı Raziyye Begüm yönet­miştir. Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’s Sâlih Necmeddin Eyyûb Haçlılarla savaşır­ken vefat edince savaşın sonuna kadar ölümü gizli tutulmuş ve ardından yerine “Hıran Şah geçmiştir. Fakat kumandan­ların Turan Şah’ı kabul etmemesi üzerine Necmeddin Eyyûb’un eşi Şecerüddür hü­kümdar olmuş; adına hutbe okunmuş ve sikke bastırılmıştır. Ayrıca İran’da hüküm süren Türk Atabeyi Bozaba’nın eşi Za­hide Hatun ve Salgurlular’ın son hüküm­darı Âbiş Hatun da örnek olarak zikredi­lebilir.

Kadınların şahıslarını ve mal varlıkları­nı ilgilendiren konularda bizzat veya bir vekil vasıtasıyla mahkemeye başvurduk­ları görülmektedir. Kadınlar için bazan mahkemelerde özel bir gün ayrılmışsa da genelde ihtiyaç duyduk­larında başvurmaları usulü uygulanmış­tır. 1680-1706 yıllan arasında şikâyet def­terlerine geçen ve İstanbul’dan yapılan başvuruların % 8,24’ü kadınlara aittir. 1675’te Bursa’daki şikâyetler de aynı oranlardadır (% 8,5). Bu oran Kayseri ve Ankara’da daha yüksektir. XVI. yüzyılda Kayseri’de mahkemeye intikal eden davaların %17’sinde taraflardan biri kadındır. Bu başvurularm üçte ikisini kadınlar bizzat yap­mışlardır. Kadınların taraf olduğu dava­ların gene! davalar içindeki oranı Amas­ya’da % 24, Karaman’da % 37, Trabzon’­da %42’dir. Rakamların farklı olması, diğer şartlar yanında baş­vurulan mahkemenin mahallî veya üst mahkeme olmasıyla da ilgilidir ve kadın­ların mahallî mahkemelere daha sık baş­vurdukları anlaşılmaktadır. Haim Gerber, kadınların erkeklere karşı açtıkları dava­ların çoğunda haklı çıktıklarını söylemek­tedir.

Yargılama hukukunda bugün en fazla tartışılan konu kadının şahitliğidir. Kur-‘ân-ı Kerîm, bir borçlanma söz konusu ol­duğunda bunun iki erkekle veya bir erkek iki kadının şahitliğiyle tesbitini istemek­tedir.[Bakara 2/282] Hukukçuların bir kısmı âyetin hükmünü genel düzenleme olarak kabul etmekte ve her türlü ihtilâf­ta iki kadının bir erkek şahit yerine geç­mesi gerektiğini söylemektedir. Çoğunluk ise kazf suçuyla ilgili âyetteki [Nûr 24/ 4] şahit kelimesinin müzekker kullanımı­nı dikkate alarak had ve kısas suçlarında sadece erkeklerin tanıklık yapabileceğini, kadınların tanıklığının geçerli olmadı­ğını ileri sürmektedir. Ancak Arapça’­da erkek ve kadınlar birlikte söz konusu olduğunda müzeKker kelimenin kullanıl­dığı bilinmektedir. Bu sebeple kazf âyetin-deki ifade, kadın-erkek ayırımı yapılmak­sızın dört şahidin arandığı şeklinde de yo­rumlanabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de şahitlikle ilgili iki âyet daha vardır. Ölüm yaklaştı­ğında İki şahit huzurunda vasiyette bu­lunulmasını tavsiye eden âyetle [Mâide 5/106] evliliğin sona erdiğinin şahit­lerle belirlenmesini öğütleyen âyette [Talâk 65/2] erkek-kadın ayırımı yapılmak­sızın mutlak anlamda şahitlerin bulun­ması İstenmiştir. Bu âyetlerde de müzek­ker kelimenin kullanılması sadece erkek şahitlerin kastedildiğini göstermek için yeterli değildir. Nitekim bu kanaati payla­şan çağdaş yazarlar, görüşlerini teyit et­mek için zina isnadına mâruz kalan kim­senin yeminle kendini temize çıkarması işlemini göstermekte ve burada erkeğin de kadının da dört şahit yerine geçmek üzere dörder defa yemin ettiğini [Nûr 24/ 6-9] dolayısıyla aralarında fark gözetilmediğini söylemektedir. Klasik hukukçular, bir er­kek yerine iki kadın şahit aranmasını ge­nelde kadınların unutkanlık gibi var sayılan zaaflarıyla açıklarken çağdaş araştır­macılar, kadınların o dönemde ticarî işlemlere erkekler kadar vâkıf olmamala­rıyla izah ederler. Bunu teyit eden bir başka örnek, Hz. Peygamber’in bedevînin şehirliye şahitliğinin geçerli ol­madığını belirten hadisidir. Burada bedevînin şahitliğinin geçerli sayılmaması şehir hayatına yabancı olması ve hadiseleri yanlış algılaması ihtimaliyle ilgilidir. Kadınların doğrudan bilgi sahibi olduğu doğum vb. durumlarda sadece iki kadının, hatta zaruret halinde bir ka­dının şahitliğinin yeterli görülmesi, bir erkek yerine iki kadının şahitliğini iste­menin ticarî tecrübe azlığından kaynaklandığını doğrular niteliktedir.

Sosyal Konumu
. Kadının sosyal konu­mu, İslâm tarihi ve coğrafyası içinde hu­kukî konumundan daha büyük bir çeşit­lilik arzeder. Bunda toplumların İslâm ön­cesinden getirdikleri örf ve âdetlerin, dinî alışkanlıkların, etnik ve kültürel farklılık­ların önemli rolü vardır. Burada belirtil­meye çalışılan sosyal konumun özellikle incelenen bölge ve dönemlere ait bir tab­lo ortaya koyduğu unutulmamalıdır.

İslâmiyet’in Arap kadınının sosyal sta­tüsünde köklü değişiklikler meydana ge­tirdiği şüphesizdir. Hz. Ömer’in, “Doğrusu biz Câhiliye devrinde kadınlara önem ver­mezdik, nihayet Allah İslâm’ın gelişiyle kadınlar hakkında âyetler İndirmiş ve bir­çok hak tanımıştır” sözü. İslâm öncesi dö­nemin genel kadın anlayışını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İslâm’dan sonraki dönemde kadın-erkek ilişkilerine, kadınların kıyafetine yönelik birtakım sı­nırlamalar getirilmiştir. Ancak bunlar aile birliğini ve değerlerini koruma hedefine yöneliktir. Zira İslâm hem ailenin hem aileyi ve toplumu ayakta tutan değerle­rin korunmasına büyük Önem vermiştir. Medine döneminde inen âyetler [Nûr 24/31, 60; el-Ahzâb 33/ 59] kadınlara ör­tünme mecburiyeti getirmişse de [790] bu mecburiyet kadının sosyal etkinliğini kısıtlama amacı taşımamak­tadır. Nitekim Asr-ı saâdefte kadınlar sonraki devirlerde rastlanmayacak şekil­de sosyal hayata iştirak etmişlerdir. Mescid-i Nebevî’deki ibadet hayatına katılma­ları, bayram, düğün vb. eğlencelere işti­rakleri bunun göstergesidir. Hz. Âişe, Me­dine’de bir bayram günü Sudanlılar tarafından yapılan gösteriyi Resûl-i Ekrem’in yanında izlediğini nakletmektedir. Bu dö­nemde kadınlar İslâmiyet’i öğrenme hu­susunda da istekli görünmektedir. Hz. Peygamber’in kadınların sorularına cevap vermek ve onlara dini öğretmek için özel bir gün ayırdığı bilinmektedir. Bu sayede sahâbîler arasında dini iyi bilen kadınlar yetişmiştir. Hz.Âişe bunların en önde gelenlerindendir ve bir­çok dinî hükmün sonraki nesillere intika­linde önemli hizmetler İfa etmiştir.

Kadınların savaşlarda da aktif rol üst­lendikleri, yaralıların tedavisi, su ve yiye­cek verilmesi gibi hizmetlerde bulunduk­ları görülmektedir. Uhud ve Huneyn sa­vaşlarına katılan Ümmü Süleym ve Üm­mü Haram, Uhud’a katılan Ümmü Salît, Hayber Gazvesi’ne İştirak eden Ümmü Si­nan el-Eslemiyye ve birçok gazveye katı­lan Rubeyyi’ bint Muavviz bunlardandır. Bu dönemde kadınlar gerektiğinde hak­larını aramaktan da geri durmamışlardır. Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Sele-me’nin Kur’an âyetlerinde sadece erkek­lere hitap ediliyormuş gibi bir izlenim el­de edilmesinin sebebini sorması ve bun­dan dolayı müslüman erkeklerin ve ka­dınların sorumluluklarına ayrı ayrı işaret eden Ahzâb sûresinin 35. âyetinin nazil olması, kocası tarafından evlilik ilişkisine fiilen son verilen Havle bint Sa’lebe’nin, durumu Resûl-i Ekrem’e kadar götürüp düzeltilmesi konusunda ısrar etmesi ve bunun üzerine, “Allah kocası hususunda seninle tartışan ve halinden Allah’a şikâ­yet eden kadının sözünü işitti” sözleriyle başlayan âyetlerin inmesi [792] Hz. Ömer’in kadınlara ödenen mehre bir üst sınır getirme teşebbüsün­den bir kadının, “Allah kadınlara verilen mehrin yüklerle olsa bile geri alınmayaca­ğını beyan ederken [Nisâ 4/20] siz na­sıl buna sınır getirirsiniz” diye itiraz et­mesi üzerine vazgeçmesi sadece birkaç örnektir.

Emevîler’den itibaren şehirleşme ora­nı arttıkça kadınların ve özellikle üst ta­bakada yer alan hanımların kendilerine has bir sosyal hayat tarzı kurdukları ve erkek ağırlıklı sosyal yapıdan çekildikleri görülmektedir. Esasen bir kabile içinde ve küçük yerleşim birimlerinde sürdürü­len birbirini tanımaya dayalı sosyal ilişki­lerin şehirleşme ile birlikte aynı şekilde devam etmesi mümkün olmamıştır. Bu değişimde ataerkil aile anlayışının da et­kili olduğu muhakkaktır. Kadınların ca­milerden uzaklaşmaya başlaması bu dö­nemde daha belirgin hale gelmiştir. An­cak onların bütünüyle kendi içlerine ka­pandıklarını söylemek de mümkün de­ğildir. Nitekim kadınlar da İlim ve kültür hayatında oldukça önemli bir yer işgal et­mişlerdir. İslâm dünyasında eğitimin gay­ri resmî bir yapı içinde sürdürülmesi ve okula değil hocaya bağlanmanın esas ol­ması, kadınların yakın çevrelerindeki ilim adamlarından eğitim almalarını kolaylaş­tırmıştır. İlim sahibi kadınların önemli bir kısmının ulemâ aileleri içinde yetişmesi bunun göstergesidir. Bu arada kadınla­rın özellikle hadis ilmine yöneldiği görül­mektedir. Tâceddin es-Sübkî’nin hadis dinleyip öğrendiği üstatlar arasında on dokuz kadının adı geçmektedir. Süyûtî otuz üç, İbn Hacer el-Askalânî elli üç, İbn Asâkir seksen kadından hadis öğrenmiş­ti.

İslâm dünyasında çok erken dönemler­den itibaren şair, mutasavvıf ve âlim ka­dınların yetiştiği bilinmektedir. İbn Sa’d’ın sahabenin hayatına dair et-Tabakâtü’]-kiibrâ’S[ ile İbn Hacer el-Askalânî’nin ay­nı mahiyetteki elJşâbe’sinin son cildi, İbn Abdülber en-Nemerî’nin el-İstî’âb fî mcfrifeti’l-aşhâb adlı dört bölümden ibaret eserinin son iki bölümü kadın sahâbîlere ayrılmıştır. İbn Sa’d’ın biyografi­sini verdiği hanım sayısı 700’ün, İbn Ha-cer’in ise 1500’ün üstündedir. İbnü’I-Esîr’in Üsdü’1-ğâbe fîmacrifeü’ş-şahâ-fae’si aynı şekilde kadın sahâbîleri de içe­rir. Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin HHyetü’l-evliya’ adlı eserinde kadın mutasavvıfla­ra da yer verilir. Zehebî’nin Siyerü diâ-mi’n-nübelâ’ isimli biyografik eseri ileri gelen kadın şahsiyetlerden de bahseder. Abdülkâdir el-Kureşî’nin Hanefî hukuk­çularına dair el-Cevâhirü’I-mudiyye’-sinde kadın fakihlere de bir bölüm ayrıl­mıştır. İbn Hacer el-Askalânî’nin Tehzi-bii’t-Tehzîb ve ed-Dürerül-kâmine adlı eserlerinde hadis râvisi ve ilim adamla­rı arasında kadınlar da incelenir. Şehe­vînin IX. (XV.) yüzyıl ulemâsına dair ed-Dav3ü’l-idmicinin son cildi bu asırdaki İleri gelen kadınları İhtiva eder. İbnü’l-İmâd olaylara, ilim ve devlet adamlarının biyografilerine yer verdiği Şezerûtü’z-zeheb’ine kadın âlimleri de almıştır. Bu eserler, kadınların İslâm kültür tarihinde küçümsenmeyecek bir yere sahip olduk­larını göstermektedir.

II. (VIII.) yüzyıldan itibaren kadınların kendi aralarında yürüttükleri sosyal et­kinliklerin başında düğün, doğum, sün­net, Ölüm münasebetiyle yapılan tören­ler, mezarlıkların, türbe ve yatırların zi­yareti ve dinî ihtifaller gelir. Hz. Peygam­ber’in doğum günü münasebetiyle yapı­lan mevlid kutlamaları sonraki asırlarda öze! bir önem kazanmıştır. Şiî muhitler­de KerbelâVak’asfnın ve âşûrâ gününün özel anma şekilleri vardır. Hıdrellez kutla­maları, Türk ve Fars muhitlerinde daha çok kadın ve çocukların katıldığı bir sos­yal etkinliktir. Yine özellikle Türk kültür muhitlerinde kadınların gruplar halinde hamama gitmeleri temizlenme amacının yanı sıra eğlenme amacının da gözetildi­ği Önemli bir sosyal etkinliktir. İstanbul’­da Lâle Devri’nden itibaren Kâğıthane, Boğaziçi, Çamlıca ve Kahire’de Nil kıyıları kadınların iltifat ettiği eğlence merkez­leridir. Ancak zaman zaman buralardaki eğlenceler bir sınırlamaya tâbi tutulmuş­tur. Kadınların kendileriyle ilgili alışveriş­leri bizzat yaptıkları, bunun için özel pa­zarların ve günlerin tahsis edildiği görül­mektedir. Kadın seyyar satıcıların mahal­leler arasında dolaşarak evlere girip mal­larını bizzat kadın müşterilerin ayağına götürmesi oldukça yaygın bir usuldür. Os­manlı saray hanımlarının alışverişlerine aracılık eden “kira kadınları” dikkate de­ğer bir örnektir.

Öte yandan İslâm tarihinin hemen her döneminde kadınların siyasî hayatta et­kin rol aldıklarının örnekleri de vardır. Bil­hassa Türk hanedanları arasında hüküm­dar eşlerinin veya annelerinin etkin bi­çimde devlet işlerine karıştığı bilinmek­tedir. Tuğrul Bey önemli işlerini hanımı Altun Çan’a danışırdı. Melikşah’in iki eşi Terken Hatun ve Zübeyde HaturTun ha­kan üzerinde önemli etkileri vardı. Abbâ-sîler’de Halife Mehdî-Billâh’ın hanımı ve Mûsâ el-Hâdî ile Hârûnürreşîd’in annesi Hayzürân, Osmanlı Devleti’nde Kösem Valide Sultan, Hârizmşahlar’da Alâeddin Tekİş Han’ın eşi Terken Hatun, Karahıtay hanedanına mensup Kutluğhanlılar’da Kirman hâkimi Kutbüddin Muhammed Han’ın eşi Kutluğ Terken Hatun, Safevî-ler’de Şah Tahmasb’ın kızı Zeyneb Begüm ve Perihan Hanım ayrıca örnek gösterile­bilir.

Modernleşme Dönemi. Kadının klasik dönemdeki sosyal, ekonomik ve hukukî konumu X!X. yüzyıla gelinceye kadar kök­lü değişikliklere uğramamıştır. Bu husus­ta ilk değişme modernleşme sürecinde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Batı’da ka­dının sosyal ve hukukî konumundaki ge­lişmeler önemli ölçüde İslâm dünyasına tesir etmiştir. 1850’li yıllardan itibaren gerek Osmanlı Devleti’nde ve ona bağlı bir eyalet statüsündeki Mısır’da gerekse İran’da bir taraftan kız liseleriyle öğret­men okullarının açılması, kızların üniver­siteye kabul edilmesi, diğer taraftan basında kadın haklan konusundaki yazıların gittikçe artan bir oranda yer alması, kadınlara yönelik gazete ve dergilerin ya­yımlanması kadın hareketine yeni bir iv­me kazandırmıştır. Bunun sonucunda İs­lâm hukukunda ve müslüman toplumla­rın kültüründe yer alan kadın anlayışına yönelik ciddi eleştiriler görülmeye baş­lanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde kadınların eğitimi alanında ilk gelişmeler 1858’de kız rüşdiyelerinin açılmasıyla ortaya çıkar. Bunu 1870’te açılan kız öğretmen okulları ta­kip eder. II. Meşrutiyet döneminde üni­versitede kızlar için ayrı bir bölüm açıl­mıştır. Eğitim öğretimin kadınlar üze­rinde yaptığı etkilerin yanı sıra XIX. yüz­yılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Rus­ya ve ardından Yunanistan’la, XX. yüzyı­lın başlarında Balkan devletleri ve İtilâf devletleriyle peş peşe savaşlara girmesi kadının sosyal ve ekonomik hayatındaki gelişmeleri hızlandırmış, bunu da hukukî hayattaki değişmeler izlemiştir. Sözü edi­len savaşlar kadınların sosyal etkinliklerin içine önceki dönemlerde hiç rastlanma­yan biçimde girmesini sağlamış; bu arada Malûl ve Hasta Askerlere Yardım Cem’iy-yet-i Osmâniyyesi, Cem’iyyet-i İmdadiyye, Hilâliahmer Kadınlar Cemiyeti, Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi, Osmanlı Müdâfaa-i Hukük-i Nisvân Cemiyeti gibi ce­miyetler kadınlar tarafından kurulmuş veya desteklenmiştir. Öte yandan savaşa giden erkeklerin fabrika ve imalâthane­lerde boş bıraktığı yerler kadınlar tara­fından doldurulmuştur. Bütün bunlar kadınların sosyal ve ekonomik hayata et­kin biçimde katılmaları sonucunu doğur­muştur.

Bu gelişmelere paralel olarak kadının sosyal, ekonomik ve hukukî hayattaki ko­numu Osmanlı aydınları arasında yoğun şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Bu dö­nemde kendilerine has bakışları ve çö­züm önerileri bulunan Batıcılar, İslamcı­lar ve Türkçüler’in kadının evlenme ve bo­şanma ehliyeti, çok evlilik, örtünme, sos­yal hayattaki rolü, çalışan kadının prob­lemleri gibi hususlar üzerinde durdukları görülmektedir. Tartışmalar, bir taraftan Osmanlı Aile Kanunu’nun muhtevasına tesir ederken diğer taraftan Cumhuriyet sonrası Türk kadınının alacağı sosyai ve hukukî konumu etkilemiştir.

Mısır’da kadınların eğitimi yolundaki ilk adım 1837’de kurulan kız ilkokulu ile başlamış, bu alanda ilk ciddi teşebbüsler Hİdİv İsmail Paşa zamanında gerçekleşmiştir. Mısır’da 1874’te bir kız ortaokulu açılmış, 1875’te ortaokula giden 5362 Öğ­renciden 890’ını kız öğrenciler teşkil et­miştir. Mısır’da kızların eğitiminde özel kurumların da önemli rolü olmuş, başta Muhammed Abduh olmak üzere şahısla­rın öncülüğündeki kurumlar eğitime dev­letten daha fazla katkıda bulunmuştur. 1897’de devlet okullarında 863 kız öğren­ci okurken bu kurumların açtığı mektep­lere 1164 öğrenci devam etmekteydi. Bu arada yabancılara ait okullarda da çok sayıda kız öğrenci mevcuttu. XX. yüzyılda Mısır’daki gelişmeler hızlanarak devam etmiş, 1920’de ilk defa üniversiteye kız öğrenci kabul edilmiştir.

Bu gelişmelerin yanı sıra Osmanlı Dev­leti’nde olduğu gibi Mısır’da da aydınlar arasında kadın meselesi tartışılmaya baş­landı. Bir taraftan Cemâleddîn-i Efgânî, Muhammed Abduh ve M. Reşîd Rızâ gibi modernist İslamcılar kadının konumunu İslâm hukuku ve kültürü içinde iyileştir­me amacıyla köklü reformlar teklif eder­ken diğer taraftan Batı’ya daha çok bağlı olan Kasım Emîn gibi reformistler kadının hukukî ve sosyal konumunda reform ya­pılmasını istemişlerdir. Kasım Emîn’in Tohrîrü’l-mer’e adlı kitabı bu alanda önemli bir eser olup etkileri Mısır’ın dışı­na taşmıştır. Bu kitabında zaman zaman İslâm’a göndermeler yapan Kasım Emîn, daha sonra kaleme aldığı ei-MerDefü’i-cedîde’öe bütünüyle Batı düşünce ve uygulamasını esas almıştır.

İran’da da kadın hareketinin ortaya çı­kışı XIX. yüzyılda başlar. Bu dönemde bazı İranlı kadınların yabancı okullarda eğitim aldıkları görülmektedir. 1838’de kızlar için Presbiteryen misyonerler tarafından bir ilkokul açılmıştır. Bunu 1865’te İsfa­han ve Tebriz’de, 1875’te Tahran’da açı­lan okullarla Ermeni ve yahudi azınlıkla­rın muhtelif şehirlerde açtıkları mektep­ler takip eder. Müslüman kızlar için ilk okulu 1903’te Mirza Hasan Rüşdiyye aç­mış, bunların sayıları kısa zamanda art­mıştır. 1911 “de sadece Tahran’da kız­lar İçin kırk yedi okul bulunmakta ve bu okullarda 2187 Öğrenci okumaktaydı. 1910’da bir kadın tarafından ilk defa Dâniş adıyla bir dergi yayımlanır. Bunu 1913’te Meryem Ümmîd Müzeyyen’inçı-kardığı Şükûîe, 1919’da Sıddıka Devletâ-bâdî’nin yayımladığı Zebân-ı Zenân ve diğerleri takip eder. XIX. yüzyılın sonla­rında kadın hareketi ilk defa siyasî alan­da görünmeye başlar. 1891’deki tütün boykotunda kadınlar aktif rol oynarlar. 1906 anayasasının kabulüyle sonuçlanan ayaklanmada da bu rolünün kökleştiği görülür. Bunu takip eden otuz yıl boyun­ca kadın hareketi İran’da önemli bir yer işgal etmiştir. Encümen-i Âzâdî-i Zenân gibi derneklerin kurulması bu döneme rastlar.

Bu gelişmeler, İslâm dünyasında iki ayrı istikamette bir kadın hareketinin başla­ması sonucunu doğurmuştur. Bunlardan biri, İslâm kültürüne bağlılık endişesi ta­şımaksızın kadının ferdî ve sosyal konu­munu değiştirmeyi hedefleyen hareket olup hukuk alanında da köklü değişiklik­ler getirmiştir. Buna Türkiye, Tunus ve devrim Öncesi İran örnek olarak gösteri­lebilir. Söz konusu ülkelerde bir taraftan kadının Batı tipi bir modernleşme süre­cinin gereklerine uyması teşvik edilir ve bazan zorunlu kılınırken diğer taraftan bunu destekleyen hukukî düzenlemeler yapılmıştır. İkincisi, İslâm kültürüne bağ­lılık ilkesini korumakla birlikte gelenek ve kültüre! etkilerle dinîleştirilen bazı uygu­lama ve anlayışların terkedilmesi gerek­tiğini savunan, kadının sosyal ve hukukî konumunda yeni anlayış ve ihtiyaçlar ışı­ğında değişiklikler yapma gereğini duyan harekettir. Bu hareket XX. yüzyıl itiba­riyle Osmanlı Devfeti’nde, Mısır, Ürdün, Pakistan, Irak, Suriye, Malezya gibi ülke­lerde etkili olmuştur. İkinci grup ülkeler­de XX. yüzyıldan itibaren başlayan kanun­laştırma hareketlerinde tek bir mezhebe bağlı kalma uygulaması terkedilmiş, gü­nümüzde yaygın olan bütün İslâmî mez­heplerin yorumlarından yararlanılmıştır. Bu eklektik anlayış özellikle evlenme eh­liyeti için belli bir yaş sınırının aranması, temyiz gücü olmayanların evlenmesine getirilen sınırlama, ikinci evliliğin birinci eşin veya mahkemenin iznine bağlanma­sı, boşanma ehliyetine getirilen kısıtla­ma, kadınların mahkeme kararıyla boşan­ma imkânlarının genişletilmesi konula­rında kendini göstermektedir. Her iki gö­rüş de halen birçok İslâm ülkesinde ciddi bir taraftar kitlesine sahip bulunmakta ve kadınları İlgilendiren gelişmeleri ken­di düşünceleri istikametinde etkilemeyi sürdürmektedir. Afganistan, Suudi Ara­bistan ve kısmen devrim sonrasında İran gibi ülkelerde kadının hukukî ve sosyal statüsü konusunda klasik yorumlara bağ­lı kalma ve bunu zorunlu olarak uygula­ma anlayışı sürdürülmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski