Katar Nerede, Tarihi, Nüfusu, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Katar. Basra körfezinde bir Arap emirliği.

Arap yarımadasının kuzeydoğu sahi­linde, Basra körfezinin güneybatısındaki Bahreyn ve Bahrülbenât körfezleri arasın­da kuzeye doğru uzanan yarımada üzerin­de olup başşehri 299.300 nüfuslu (2001 tah.) Devha Doha  Duha. yüzölçümü 11.427 km2, nüfusu 769.152 (2001 tah.) ve resmî dili Arapça’dır. Güneyden Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çevirdiği; genelde çöl ve alçak kumlu te­pelerden ibaret olan arazisi tarıma uygun değildir; iklimi sıcak ve kuraktır. Çok bü­yük petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Katar son yıllarda sanayileşmeye de ayrıca önem vermiştir; kişi başına düşen gelir 2000 yılı tahminine göre 20.300 do­lardır. XX. yüzyılın ilk yarısına kadar hal­kını Necid’in İçlerinden gelen ve hayvan­cılıkla geçinen bedevilerle balıkçılık, inci avcılığı ve ticaret yapan yan yerleşik ka­bileler oluştururken bugün nüfusun ço­ğunluğu petrol sektöründe çalışan İran ve Pakistan kökenli göçmenlerle işçiler­den meydana gelmektedir.  

İlkçağ’lardan beri iskân gören Katar ya­rımadasının. Basra körfezinde Osmanlı-Portekiz çekişmelerinin başlamasına ka-darki tarihi hakkında fazla bilgi bulunma­maktadır. Osmanlı belgeleri arasındaki en eski örnek 15SS yılına aittir ve bölgenin ticari önemine işaret etmektedir. Söz ko­nusu belgede Şeyh Muhammed b. Sultan b. Müsellem’in idaresindeki Katar ahali­sinin 1000 civarında gemiye sahip olduğu ve ticaretle uğraştığı belirtilmektedir. Basra körfe­zinde Portekiziiler’e karşı üstünlük sağla­yan Osmanlı Devleti önce Lahsâ beylerbeyiliğini, arkasından da Katar sancağını ku­rarak buraya idareciler tayin etti Ancak sancak beyinin Katar’a giderken Lahsâ Beylerbeyi Bıyıklizâde Mustafa Pa-şa’nın Bahreyn seferine katılması ve se­ferde ölen Mustafa Paşa’nın yerine ordu­nun başına geçmek zorunda kalması esas görev yerine ulaşmasını engelledi. Böyle­ce burada doğrudan bir Osmanlı idaresi­nin tesisi girişimi yarım kalmış oldu; an­cak Benî Müsellem’e mensup mahallî ida­recilerin Lahsâ ile ilişkileri sebebiyle bu­rası da tartışmasız biçimde Osmanlı ha­kimiyetindeki topraklar içinde yer almış­tır.

1776’da Kuveyt’ten gelen Utûb kabile­sine mensup Âl-i Halîfe’nin Katar’ın batı sahillerindeki Zübâre’yi işgal etmesi ve burayı kısa zamanda bölge limanlarına rakip bir ticaret merkezi haline getirmesi Katar’i yöneten Benî Müseilem’in ve İran’ın rahatsızlık duyma­sına yol açtı; Benî Müsellem, Âl-i Halîfe’den vergi talebinde bulunurken İran’ın Bûşehr hâkimi Zübâre’ye bir saldın dü­zenledi (1783). Bunun üzerine Âl-i Halîfe kendisine bağlı kabilelerle birlikte Zübâre’nin karşısında yer alan ve o sıralarda İran’ın nüfuzu altında bulunan Bahreyn adasını ele geçirip yurt edindi. Aynı ticarî faaliyetleri Bahreyn’de de sürdüren Âl-i Halîfe’nin bu tarihten sonra daima Katar üzerinde ve özellikle Zübâre bölgesinde söz sahibi olmak ve orada bir nâib bulun­durmak istemesi Katar aşiretleriyle Bah­reyn arasında sürekli bir çekişme doğur­du ve Bahreyn şeyhleri Katar üzerinde za­man zaman nüfuz kurmayı başardılar. O yıllarda Necid bölgesinde önemli bir güç olarak ortaya çıkan Âl-i Suûd da kısa zamanda nüfuzunu Körfez’e, dolayısıyla Bahreyn ve Zübâre’ye kadar yaydı. 1843-1849 yıllan arasında Bahreyn’de meyda­na gelen iç karışıklıklar ve ÂI-i Halîfe için­deki çekişmeler sırasında Katar kabileleri Muhammed el-Halîfe’nin yanında yer al­dılar. Bu durum Bahreyn şeyhi ile Osmanlılar’ın Necid kaymakamı Emîr Faysal b. Türkî arasında Katar’a karşı bir ittifakın doğmasına sebep oldu. Bu gelişmeler, XVIII. yüzyılın sonlarında Orta Arabistan’­dan Katar’a göç ederek buranın ticarî ha­yatında ön plana çıkan Benî Temîm’in bir koluna mensup Âl-i Sânî’nin güç kazan­masına imkân verdi. Benî Müsellem’in si­yaset sahnesinden çekilmesinden sonra zaman zaman Bahreyn Şeyhliği ile Suud Emirliği’nin bölgedeki vergi tahsildarlı­ğını sürdüren Âl-i Sânî 186O’lı yıllardan itibaren bölge politikalarında etkili olma­ya başladı. Bu ailenin tarihi aynı zaman­da modern Katar’ın tarihi demektir.

1820’Ii yıllardan itibaren körfezdeki şeyhliklerle münasebet kuran İngiltere, Bahreyn ile olan ilişkilerini yeterli gördü­ğünden Katar’la herhangi bir antlaşma yapmamıştı. Ancak 1860’lardan sonra hem Necid’deki Suud ailesi hem de Bah­reyn’deki Halîfe ailesi içinde yaşanan ihti­lâflar Katar’ı İngilizler için ön plana çıkar­dı. Ayrıca Katar’ın Necidli muhaliflere lo­jistik destek sağlayacak yolun üzerinde bulunması ve Bahreyn’den kaçan muhaliflerin burada üstlenmesi de bunda etkili oldu. Bu sebeple İngilizler, bölgenin Bahreyn’in nüfuzu altında kalmasını menfaatlerine uygun bulduklarından 1868 sonbaharın­da Katar’a gemi göndererek Muhammed b. Sânî’yi Bahreyn emirlerine vergi ver­meye mecbur bıraktılar. Bu durum. İngi-lizler’in özellikle Bahreyn üzerinde kur­dukları nüfuzu tehlikeli bulan ve mutla­ka yayılmalarının durdurulması gerekti­ğine inanan Bağdat Valisi Midhat Paşa’yı harekete geçirdi. Midhat Paşa öncelikle Kuveyt şeyhlerinin itaatlerini sağladı; ar­kasından Lahsâ taraflarındaki aşayişsizliği bertaraf etmek ve orada da merkezî hükümetin gücünü hissettirmek için 1871 baharında Nafiz Paşa kumandasın­daki birliklerle Lahsâ’ya bir sefer düzenle­di. İngilizler’in tepkisine rağmen Osman­lılar Lahsâ sahillerinde kontrolü ele geçir­diler. Bunu fırsat bilen Katar şeyhi Câsim b. Sânî, İngilizler’in tehdidinden kurtulmak için Osmanlı askerlerini ülkesine da­vet etti. Katar, esasen bu seferin planla­rı içinde yer alıyordu böyle bir davetin gelme­si işi daha da kolaylaştırdı. Böylece 1871 sonbaharında Katar’da da Osmanlı kont­rolü sağlandı ve burası Necid sancağına bağlı bir kaza olarak teşkilâtlandırılıp Câ­sim b. Sânî fahrî kaymakam tayin edildi. Baştan beri askeri sefere karşı çıkan İn­gilizler fiilî durum karşısında çaresiz kal­dılar; fakat Osmanlı hâkimiyetini kabul­lenen Sânî ailesi üzerinde dolaylı yollarla baskı uygulamayı sürdürdüler. Diğer ta­raftan düzenli bir hükümete alışkın olma­yan bedeviler yeni durumu benimseye-mediler. Osmanlılar’ı davet etmesine rağ­men Câsim b. Sânî de kendi nüfuzunun zedeleneceği endişesine kapıldı ve yapıl­mak istenen bazı idarî düzenlemelere karşı çıktığı gibi zaman zaman Necid ve Basra’daki yöneticilerle anlaşmazlığa düşüp kaymakamlık görevinden istifa etme girişimlerinde bulundu. 1888 yı­lında bazı rütbe ve payelerle Câsim’in devlete bağlılığı arttırılmaya çaiışıldıysa da gerek İngilizler’in çeşitli vesilelerle uy­guladıkları baskılarda gerekse Ebûzabî şeyhiyle Udeyd bölgesi üzerinde çıkan ih­tilâflarda Osmanlı Devleti’ni kendi istek­leri doğrultusunda yönlendiremeyen Câ-sim bölgede başına buyruk hareket et­meye başladı. Çeşitli teşebbüslerden bir sonuç alınamaması üzerine Basra Valisi Hafız Mehmed Paşa, padişahın muvafa­katini almadan 1893 başlarında 200 kişi­lik bir tabur İle Devha’ya girdi. Bunun üze­rine Câsim kendisine bağlı kabilelerle Ve-cebe Kalesi’ne çekildi. Çıkan çatışmada Hafız Mehmed Paşa büyük bir hezimete uğradı. Durumdan haberdar olan padişah meseleyi gönderdiği bir heyete inceletti ve bir daha böyle bir olayın tekrarlanma­ması şartıyla Câsim’i affederek görevinde bıraktı. Bu tarihten sonra Osmanlı Dev­leti bölgede varlığını daha fazla hissettir­mek için bir dizi tedbire başvurduysa da daima İngilizler’le karşı karşıya geldi; hat­ta Katar’a tâbi bir nahiye olarak teşkilât­landırmaya çalıştığı Zübâre 1895 sonba­harında İngilizler’in saldırısına uğradı.

Babıâli, 1897’den itibaren Osmanlı-İn­giliz münasebetlerinde Kuveyt’in birinci plana çıkmasından istifade ile Katar böl­gesinde birtakım yeni idarî düzenlemeler yapmak istedi, fakat pek başarılı olama­dı. II. Meşrutiyet yıllarında dış politikada içine düşülen yalnızlıktan kurtulmak için 1910’da İngilizler’le başlatılan görüşme­lerde Katar’ın statüsü yeniden gündeme geldi. 29 Temmuz 1913’te Londra’da im­zalanan, ancak yürürlüğe girmeyen ant­laşmanın ilgili maddesinde Osmanlı Dev­leti Katar yarımadası üzerindeki bütün taleplerinden feragat etti, buranın Şeyh Câsim b. Sânî ve halefleri tarafından yö­netilmesi konusunda mutabakata varıl­dı. Ancak Şeyh Câsim’in ölmesi üzerine yerine oğlu Abdullah’ın tayin edilmesi yi­ne Osmanlı Devleti’nin muvafakatiyle ol­du. I. Dünya Savaşı ile birlikte bölgedeki Osmanlı varlığı tamamen sona erdi.

I. Dünya Savaşı sırasında Basra körfe­zinde büyük etkinlik gösteren İngilizler, 3 Kasım 1916’da Katar Emîri Abdullah ile diğer Körfez şeyhleriyle yaptıklarına ben­zer bir himaye antlaşması imzaladılar. Bu tarihten bölgede petrolün bulunduğu 1940 yılına kadar milletlerarası politika­da gündeme gelmeyen Katar, komşuları Bahreyn ve Suudi Arabistan ile arasında çıkan bazı küçük anlaşmazlıkların dışın­da Önemli bir olayla karşılaşmadı, İngilizler’in 1971’de bölgeyi terketmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan Katar (3 Eylül 1971) hemen arkasından Arap Bir-liği’ne ve Birleşmiş Mifletler’e üye oldu. 22 Şubat 1972’de Şeyh Halîfe b. Hamed bir darbe ile emirliği ele geçirdi. Devlet başkanlığının yanı sıra başbakanlık görev ve yetkilerini de elinde toplayan Şeyh Ha­lîfe, öncelikle bütün üyelerini kendi seçti­ği bir danışma meclisi kurarak bir anlam­da parlamenter rejime doğru bir adım at­tı. 1974’te ülkedeki petrol şirketlerinin tamamını denetimi altına aldı. Bahreyn’­le ilişkileri Havar adaları anlaşmazlığı se­bebiyle iyi gitmeyen Katar, 1991 Körfez Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin tarafını tuttu. Suudi Arabistan’la olan bazı sınır anlaşmazlıkları ise 20 Aralık 1992’de dostane bir çözüme kavuşturul­du. Katar halen mutlak monarşi ile yöne­tilmekle birlikte Körfez ülkeleri arasında birtakım anayasal düzenlemelere giden ilk emirlik olarak dikkat çekmektedir. 1995 yılında Hamed b. Halîfe babasını iktidardan uzaklaştırıp yerine geçti.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski