Kılıç Nedir, Tarihi/Tarihçesi, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Kılıç. Kelime bütün Türk lehçelerinde hemen daima kılıç, nadiren de kılınç ve kilic, kilis, kiliş gibi şekillerde görülür. Arapça’da genellikle kök itibariyle “helak etmek” anlamını taşıyan seyf, Farsça’da ise kılıcın yanı sıra Osmanlıca’da da şemşîr kelimesi kullanılır.

Arkeolojide kılıçla kama ve hançeri ayı­ran uzunluk 40 santimetredir; yalnız bu ölçünün üstündeki ince uzun kesici silâh­lara kılıç denir. Eskiden beri kahramanlı­ğın, bağımsızlığın ve gücün temsilcisi sa­yılan kılıç, Doğu’da da Batı’da da umumiyetle soylular ve rütbeli askerlerle ku­mandanlar tarafından taşınmıştır. Kılıç­lar düz ve eğri olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan düzlerin iki, eğrilerin bir tarafı keskindir. Eğri kılıçların diğerlerinden da­ha kısa ve kavsinin içi keskin olanlarına yatağan, gittikçe eniüeşerek daha ağır bir silâh görünümü olanlarına da pala denir. Kılıç, tutulan yeri olduğu için kabza adı verilen sap ve üzerine genellikle ustasının veya sahibinin adı işlendiği için namlu (ta­ban) denilen kesici kısımdan meydana ge­lir. Kabza ile namlu arasında rahat tut­mayı sağlayan ve vuruş sırasında elin kay­masını önleyen sipere balçak adı verilir; bazı kılıçlarda balçağın bir köprü gibi ge­riye doğru kıvrılarak kılıç kılıca çarpışma­larda eli darbelerden koruyan kısmına balçak kavsi veya kabza siperi denir. Eğri kılıçlarda namlu sırtı ile keskin ağzın bir­leştiği yere yakın kesiminde silâhın saplanabilmesi için yalman (Arapça’da zübâb) denilen, çift tarafı keskin sivri bir bölüm bulunur. Namlu ahşap üstüne genellikle deri kaplı bir kılıfa (kın) sokularak muha­faza edilir ve kılıç bir kayışla bele veya omuza asılarak taşınır.

Taberî, kılıcı İran’ın efsanevî hükümda­rı Cemşîd’in icat ettiğini söyler. Ortaçağ’da en iyi kılıçlar, kılıç yumurtası denilen kaliteli demirin ısıtılıp dövülerek uzatılmasıyla yapılır, sonra değişik tarzlarda su verilmek sure­tiyle çelikleştirilirdi. Günümüze ulaşmış en eski düz kılıçlar Malatya Aslantepe’de bulunmuştur. Halen Malatya Müzesi’nde sergilenen ve milâttan önce IV. binyıl sonlarına (Erken Bronz Çaği’na) tarihlenen bronzdan yapılmış, kabzaları gümüş kak­malı bu kılıçların uzunlukları 46,3; 45; 48,S cm. ve kalınlıkları 4 milimetredir. Eski Mısır kılıçları genellikle SO santimet­reden uzun, fildişi veya kemik kabzalı düz kılıçlardır. Düz kılıç kadar yaygın olmayan ve Ortaçağ’da İslâm kılıcı, Arap kılıcı, da­ha çok da Türk kılıcı adlarıyla ün kazanan eğri kılıcın Yakındoğu’da ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. Eğri kılıçla­rın mevcut en eski örneği milâttan önce 1800 yıllarına aittir ve Biblos’ta bulunmuştur. Eski Mısırlılar’ın bu tür kı­lıçlara hayvanların ön ayaklan gibi kavisli olduğu için bu anlamda “hopeş kılıç” de­dikleri bilinmektedir. Milâttan önce VlIl-VIl. yüzyıllara ta­rihlenen Asur ve Geç Hitit kabartmaların­da eğri kılıçlara rastlanmakta ve bunla­rın bele kuşanıldığı görülmektedi. Bu kabartmalarda Ortaçağ İslâm kılıçlarının tam bir benzeri olan eğri kılıçlardan baş­ka ayrıca düz ve eğri hançerler de bulun­makta, yine aynen İslâm hançerleri gibi beldeki kuşağa sokularak taşınmaktadır. Bu kılıç ve hançerlerin kabzalarında ge­nellikle ince işçilikli süslemeler göze çar­par. Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’in çeşitli bölümlerinde kılıçtan çokça söz edilir. Kur’an’da ise yalnız kılıçla yapılabilecek bazı fuller geçtiği halde kılıç kelimesi geçmez.

İlk Türk kılıçları hakkında Berel I, Koska I, Yako-Nur, Katanda I, Kudırge ve Srotski I kurganlarından çıkan örnekler­den fikir sahibi olunmaktadır. Klasik Türk kılıcının prototipi sayılan en eski eğri kı­lıçlar, Altaylar’daki milâttan önce yüz­yıllara tarihlenen Kudırge ve Katanda kurganlarından çıkmıştır. Bu tür kılıçla­rın son örnekleri ise Türkler’in İslâm di­nine girdikleri Karahanlılar’ın kuruluş ve yükseliş dönemlerine ait olduğu tahmin edilen Srotski kurganında bulunmuştur. Orta Asya’daki insan heykel ve resimleri genellikle kılıçlıdır. Moğolistan’da ve Altay, Tuva, Işık Göl bölgelerinde bulunan heykellerin çoğunun kına bağlanmış iki kayışla eğri kılıç kuşanmış vaziyette ya­pıldığı görülür.

Araplar kılıca çok önem verirlerdi. Ka­be’deki hazineye hediye edilen eşya ara­sında değerli kılıçlar da vardır. Genellikle ithal kılıç kul­lanılmakta ve İpek yolunun deniz bağlan­tılarıyla Arap yarımadasına değişik kılıç­lar gelmekteydi. Tarafe’nin devesinin ka­fasını örse, boyun omurlarını eğeye teş­bih etmesi ve Hz. Peygamber’in hadislerinde geçen “sâhibü’l-kîr” (körük sahibi, demirci) benzet­mesi Araplar’da demirciliğin varlığını göstermekte, ayrıca bu mesleğin daha çok kö­lelerin İşi olarak kabul edilip hor görüldü­ğü de bilinmektedir. Demirci karşılığında kullanılan “kayn” aynı zamanda köle de­mekti ve Mekke’de demircilik yapan Hab-bâb b. Eret, Ümmü Enmâr el-Huzâiyye1-nin kölesi idi. Mualla­ka şairleri edebî tasvirlerinde kılıca faz­laca yer verirler. Tarafe, akrabadan gelen zulmün kalp üzerinde keskin kılıçtan da­ha müessir olduğunu söyler. “Mühenned, hindî, hindüvânî” gibi adlarla anılan demiri saf Hint kılıcı O dönemde çok ünlüydü ve böyle bir kılıca sahip olmak iftihar vesilesi sayılırdı. Medine’de kılıç ya­pımındaki mahareti sebebiyle Ebû Seyf (kılıççı) künyesiyle tanınan ensardan bir demirci bulunmaktaydı. Ancak bölgede yahudilerden bu sanatla uğraşanların sayısı daha fazlaydı.

Hz. Peygamber’in, çoğu savaşlarda ga­nimet olarak elde edilmiş ve niteliklerine yahut yapıldıkları yerlere göre adlandırıl­mış dokuz kılıcı vardı. Bunlardan namlusundaki nakışları veya parlaklığı sebebiy­le mesûr denileni babasından miras kal­mıştı. Adb ve ünlü zülfikar Bedir, kal’î Bettar ve hatf Benî Kaynuka’ Gazvesi’nde ele geçi­rilmiş, rasûb ve mihzem ile muhtemelen ma’sûb ve samsâme ise Hz. Ali tarafın­dan, yıkması için gönderildiği Tay kabile­sine ait bir mâbedden getirilmişti. Resûl-i Ekrem’in kılıçlarının sayısı ve helak etme özellikleri Hz. Musa’­nın dokuz mucizesine benzetilmiştir. TopkapıSarayı Müzesi Hırka-i Saadet Dairesi’nde ikisi Hz. Peygamber’e, biri Hz. Davud’a ve diğer­leri Hulefâ-yi Râşidîn ile ashaba izafe edi­len yirmi kadar kılıç bulunmaktadır. Bu örnekler­den, erken dönem İslâm kılıçlarının kab-zalarıyla birlikte yaklaşık 1 m. uzunlukta ve düz, iki ağızlı olduğu öğrenilmekte ve Askerî Müze’deki (İstanbul) Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin babası Necmeddin Eyyûb’a nisbet edilen kılıçtan bu mode­lin Eyyûbîler döneminde de değişmediği anlaşılmaktadır.

Ağır ve kullanımı daha çok bilek gücü­ne dayanan düz kılıçların aksine eğri kılıç­larda bileğin hareketi önem kazanır, do­layısıyla bu tür kılıcı kullanmak özel bir tâlim ve ustalık ister. Kılıç çalmasını bilmeyenler onu çok çabuk kırabilirler. Müzelerimizde yer alan eğri kılıçların en eskileri Memlükler döne­mine aittir. Osmanlılar’ın Mısır’ı fethiyle ele geçirilen ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen kılıçlardan Sultan Kalavun’a ait olanının uzunluğu kabzasıyla birlikte 91,S santi­metredir; kabza ve balçağı XVIII. yüzyıl­da yenilenmiştir. Muhammed b. Kalavun’un kılıcının üzerinde­ki yazı ve tezyinat da daha sonraya aittir. Sultan Kayıtbay’a nisbet edilen kılıçlar arasında eğrilerden başka düz ve zırh delici tığ tipinde miğvel olanlar da vardır. Bazı Memlûk kılıçlarında maden sanatı­nın diğer örneklerinde de görüldüğü gibi iri yazılar dikkat çeker. Bazılarının kabza, balçak ve tabanlarında birbiriyle uyumlu arabesk motifler yer alır. XV. yüzyıla tarihlenen, Ali b. Muhammed el-Mısri adlı bir usta tarafından yapılmış bir kılıcın namlusunun kabzaya ya­kın kısmında kabzadan çıkıyor hissini ve­ren bir aslan figürü bulunmakta ve daha çok Selçuklu mimarisinde görülen aslan kabartmalarına benzemektedir. Kansu Gavri’ye ait iki kılıcın bü­tünleşen kabza ve balçakları üstün bir sa­nat anlayışına ve estetiğe sahiptir. Biri­nin sekiz dilimli demir kabzası, ejder balçağı ve ortada kabza­nın namluyu daha iyi kavramasını sağla­yan arabesk kabartmalı üçgen çıkıntısı birbiriyle tam bir uyum içerisindedir. Di­ğerinin altın kaplamalı demir kabzası ve onunla bütünleşen haç şeklindeki balçağı girift bitki motifleriyle süslenmiştir.

İslâm dünyasında Übülle (Irak), Dımaşk ve Busra, Yemen, Kirman, Kum, Horasan, İsfahan, Kahire, Tuleytula (Toledo), İşbîliye(Sevilla) ve Gırnata (Granada) kı­lıçları tanınmıştı. En meşhur kılıç ustala­rı Türkler’den ve İranlılardandı. Özellik­le Türkler’in çeliğe su vermedeki maha­retlerinden Çin kaynaklan da söz eder.

Osmanlı kılıçları genelde eğri, ilk İslâm kılıçları gibi çift ağızlı düz, yılankavî. miğ­vel. yatağan ve pala olmak üzere değişik tiplerdedir. Asıl Türk kılıcı denilen eğri kılıçların en eski örneklerinden biri Fâtih Sultan Mehmed’e aittir. Uzunluğu kabzasıyla birlikte 126,5 cm olan kılıcın kabzası mors dişindendir. Ka­lın sırtlı ve hafif eğri namlusunda uca ka­dar uzanan enli bir kan oluğu bulunmak­tadır. Namlunun bir yüzünde altın kakma kıvrık dal ve başka bitkisel bezemeler, di­ğer yüzünde celî sülüs hatla yazılmış bes­mele, hamdele, dua ve salâtü selâm içe­ren bir metinle Fâtih’in Osman Gazi’ye ka­dar giden dedeleri zikredilerek künyesi yazılmıştır. Fâtih’e ait kılıçlar arasında düz, geniş namlusu çift oluklu ve üçgen şeklinde sivri uçlu olanın  kabzasıyla birlikte uzunluğu 104,S santi­metredir ve namlusunun kabzaya yakın kısmı simetrik bir şekilde altın ve gümüş kakma bitki motifleriyle süslenmiş, oluk­ların içine padişahın adı, kelime-i tevhid ve bazı hadisler yazılmıştır. XV. yüzyılın sonlarında Osmanlı kılıçları arasına yeni bir türün katıldığı görülmektedir. Aslın­da bir düz kılıç türü olan bu silâhlarda namluya, her iki ağzının birbirine paralel yuvarlak hatlı girinti ve çıkıntılarla dalgalı yapılması sonucu yılankavî bir görünüm verilmiştir. Bunlardan II. Bayezid’e ait ola­nın 90 cm. uzunluğundaki namlusunun üzerinde dört sıra kan olu­ğu ve kabzaya yakın bir yerinde sultanın adı ile bir zafer duası bulunmaktadır. Kı­lıcın hafif eğri kabzası île balçağı yekpare demirdendir ve altın kakma bitkisel mo­tiflerle süslüdür.

Müslümanlar ve özellikle Osmanlılar kı­lıca ayrı bir saygı göstermişlerdir. Bunda, “Cennet kılıçların gölgesindedir” hadisi­nin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Padişahların tahta çıkışlarında yapılan kılıç kuşanma törenleri Osmanlı saray geleneklerinin en vazgeçilmezlerindendi. Kılıçlar zamanla eski­yen kısımları yenilenerek tekrar tekrar kullanılırdı. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’ndeki, “Kınları değişecek kılıçlarla nam-lusuz olup namlu yapılacak kılıç kınlan ve bunların vasıfları hakkında …” diye baş­layan bir belge bunu göstermektedir. Daha çok tören ve kabul günlerinde kullanılan tezyinatlı kılıçlar hazinedarbaşı tarafından işlenmek üzere bazı ustalara verilirdi. 1582’de yapılan şehzadelerin sünnet düğünü merasimin­de geçit törenine katılan esnaf içinde kılıççı esnafı da yer almıştır. 1640 tarihli Narh Defterine göre kılıççı esnafı kılıç yapımından çok kılıçların temizlenmesi, körelmiş olanların bilenmesi ve pasların­dan arındırılması gibi işlemler yaparlardı. Kılıç imal edilen yerlere kılıçhane veya Dımaşk’ın bu ko­nudaki şöhretinden dolayı Dımışkihâne deniliyordu. Evliya Çelebi’nin verdiği bil­gilerden şemşîrkâr adı verilen kılıç usta­larının ticânî, mağribî, zivzikî, tirâzî deni­len türlerde kılıç yaptıkları anlaşılmakta­dır. Ateşli silâhların yaygınlaşması sebebiyle XVIII. yüzyıldan sonra Osmanlılar’ın kılıç imalâtı eski ka­litesini kaybetmiş, zamanla törenlerde üniformaların bir aksesuarı olarak kulla­nılmaya başlanmış ve bu gelenek günü­müze kadar sürmüştür.

Kılıç yapımı ve süslenmesi büyük bir emek ve beceri gerektirir. Bazı kılıç usta­ları yaptıkları değerli kılıçlarla tanınmış­lardır; bunlar arasında Esedullah İsfahanı çok meşhurdur. Kılıç bir silâh olması ya­nında anlamlı bir hediye sayılırdı. Hüküm­darlar tarafından namlusuna altın ve gü­müş kakmalarla zafer ve saadet dilekle­ri, kelime-i tevhid, âyet ve hadisler işleti­lerek özellikle mülkî ve askerî yetki veril­miş kişilere bunun bir sembolü olarak hediye edilirdi. Kılıç aynı zamanda sahibinin şe­refini simgelerdi. Savaşta yenilip teslim olan kumandan kılıcını kendi eliyle galip kumandana uzatır, yenilen, fakat göster­diği kahramanlıkla bunu hak etmediğini kanıtlayan kumandanın kılıcı ise alınmaz­dı. Fıkhı açıdan kılıç kabzalarının masif altın ve kıymetli taşlarla, suret tasvirleriyle tezyin edilmesinde bir sakınca görül­memiştir. İmam Şafiî ve Ebû Hanîfe, altın ve gümüş kılıç bezemelerinin zekâtının verilmesinin ge­rektiği İmam Mâlik ise gerekmediği kanatindedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski