Lütuf Nedir, İlahi Lütuf Ne Demek, İslam Felsefesinde, Hakkında Bilgi

Lütuf. İnsanın kendi iradesiyle Allah’a iman edip buyruklarına uymasını kolaylaştıran ilâhî fiil anlamında kelâm terimi.

Sözlükte “nazik ve merhametli davran­mak, iyi muamele etmek” mânasında masdar olan lutf “iyilik etme, merhamet ve yardımda bulunma” anlamında isim olarak da kullanılır. Aynı kökten türeyen letafet ise “duyularla algılanamayacak şe­kilde ince ve şeffaf, küçük ve hacimsiz oluş” mânasına gelir. Lütuf terim olarak “insanın kendi iradesiyle Allah’a iman edip inkâr ve is­yandan kaçınmasını kolaylaştıran ilâhî fiil” diye tanımlanır.

Kur’an’da bir yerde “gizli ve ihtiyatlı davranmak” anlamında fiil olarak insana [Kehf 18/19] yedi yerde de “fiillerini rıfk ile gerçekleştiren, kullarına iyilik ve merhamet eden, zâtı duyularla algılanamayan, en ince ve gizli hususları dahi bi­len varlık” mânasında isim olarak Allah’a nisbet edilir. Ayrıca fazl, ihsan ve rahmet ke­limeleri de lutfa yakın anlamlarda Kur­’an’da yer alır. Lütuf kavramı çeşitli hadis riva­yetlerinde “iyilikte bulunmak, yardım et­mek, nezaketle davranmak” mânalarında geçmektedir.

Lütuf, II. (Vlll.) yüzyıldan sonra Mu’tezile ekolünce “vücûb alellah” kavramına bağlı olarak bir kelâm terimi haline geti­rilmiştir. İslâm kelâmcıları, Allah’ın iman ve itaatle yükümlü kıldığı kullarına lutufta bulunduğu hususunda ittifak etmekle birlikte bunun müminler ve kâfirler hak­kında tecelli edişi, bu konudaki ilâhî kud­retin alanı ve Allah’a vacip olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürmüş­lerdir.

1. Lütuf gerçekleşmesi halinde insanın farz olan ilâhî emirlere itaati tercih edip yasaklanan kötü fiillerden kaçınmasını veya böyle bir tavra yaklaşmasını sağla­yan ilâhî yardım niteliğinde bir fiildir ve sadece farz niteliğinde olan fiillerde değil nafile ibadetlerde de geçerlidir. Lütuf, iyi fiile yaklaştıran veya kötü fiilden uzaklaş­tıran (mukarrib) ve fiili gerçekleştiren (muhassil) olmak üzere ikiye ayrılır. Mukarrib lütuf fiili işleme yolundaki engellerin, ay­rıca kötülüğe özendiren faktörlerin orta­dan kaldırılması demektir. İnsanın fail oluşunu ve irade hürriyetini yok etmek­sizin vuku bulan lütuf doğrudan doğruya Allah’ın, mükellefin ya da mükellef dışın­daki bir failin fiilinden kaynaklanabilir. Eğer Allah’ın fiilinden kaynaklanırsa bu durumda lütuf ya insanın sorumlu kılın­masından önce veya ona yakın bir zaman­da ya da ondan sonra vâki olur. İnsanın sorumlu kılınmasından önce veya ona ya­kın bir şekilde vuku bulursa bunun Allah hakkında vacip olmadığında şüphe yok­tur, çünkü ancak yükümlü kılınan insa­nın üeri sürebileceği mazereti ortadan kaldırmak gibi bir amaç içerdiği zaman vacip olur. Esasen Allah, mükellef kılma­dan önce insanı irade hürriyetine ve fiil yapma gücüne muktedir kılar. Sevap de­recesine ulaştırma hikmeti çerçevesinde insanı mükellef kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın, lutufta bulunması halinde emir­lerine itaat edip yasaklarından uzaklaş­mayı tercih edeceğini bildiğinden kulun­dan bu lutfu esirgememesi gerekir, aksi takdirde kulunu sevap derecesine ulaştır­ma amacını bozmuş olur. Akıl yürütme melekesi vermek, peygamber gönder­mek ve ilâhî kitaplar aracılığıyla insanla­rın tâbi olacakları hükümleri bildirmek vacip olan ilâhî lutufların kapsamına gi­rer. Eğer lütuf mükellefin kendi fiili ara­cılığıyla vuku buluyor ve zarardan sakın­ma niteliği taşıyorsa, yani kul nafile değil de farz niteliğindeki bir fiil aracılığıyla lut­fa mazhar olacaksa bunun gerçekleşti­rilmesi kulun kendisine aittir. Lütuf mü­kellefin kendisi dışındaki birinin fiiline bağlı ise bu durumda Allah’ın sözü edilen fiile yönelik ilmi ya ikinci şahsın onu ya­pacağı şeklindedir ki bu takdirde Allah’ın birinci şahsı sorumlu tutması güzel olur ya da yapmayacağı şeklindedir, bu takdir­de de onunla birinci şahsı mükellef tut­ması güzel olmaz. Ancak her iki durumda da İlâhî ilim ikinci şahsın göstereceği dav­ranış biçimiyle irtibatlıdır. Vacip niteliğin­deki bir fiili gerçekleştiren lutfa “tevfik”, yasaklanmış fiili terketmeyi sağlayan lut­fa “ismet” adı verilir. Allah, mükellef tut­tuğu insanlara iman etmelerini sağlaya­cak bütün Iutufları vermiştir. O’nun nez-dinde kullarının iman ve itaat etmesini sağlayacak başka lutuflar yoktur. Erken devir Mu’tezile kelâmcıları bir ayırıma tâ­bi tutmaksızm lutfun mutlak şekilde Al­lah’a vacip olduğunu savunurken KâdîAb-dülcebbâr gibi müteahhir dönem Basra Mu’tezilesi’ni temsil eden kelâmcılar tek­liften sonraki lutfun Allah’a vacip olduğu görüşündedir. Mu’tezile’den Nazzâm, Allah’ın mükellef kıldığı insanların iman etmelerine yardım edecek lu-tuflarda bulunduğunu ve bu tür lutufla-nn benzerlerine sınırsızca sahip olduğu­nu kabul eder. Ca’fer b. Harb ise kâfirle­rin kendi iradeleriyle iman etmelerini sağlayacak lutuflara Allah’ın sahip oldu­ğunu, ancak bu lutufları kâfirlere vermesi halinde iman etmelerinden ötürü mükâ­fatı hak etmeyeceklerini söylemiştir. Bağdat Mu’tezİle ekolüne bağlı olan Ca’fer b. Mübeşşir’in cAlâ Aşhâbi’l-İutî adlı eserinden kendi­sinin lütuf nazariyesini benimseyenleri tenkit ettiği anlaşılmaktadır. Şîa kelâmcılarının çoğunluğu da mükel­lef kıldığı kullarına lutufta bulunmanın Allah’a vacip olduğu ve bu sebeple O’nun kullarına gereken lutuflarda bulunduğu görüşündedir.

2. Allah’ın, iman etmeyeceğini bildiği kimselerin hür iradeleriyle inanmalarını sağlayacak lutufları vardır, ancak bunları kâfirlere ihsan etmesi O’na vacip değil­dir. Eğer vacip olsaydı kâinatta hiçbir kâ­fir ve âsinin kalmaması gerekirdi, halbu­ki gerçek böyle değildir. Bu durum Allah nezdindeki lutufların sınırlı olduğu anla­mına gelmez. Allah iman edenlere lutuf­larda bulunmuş, kâfirleri ise saptırmıştır. Kur’an’da O’nun saptırmak istediği insan­ların göğsünü daralttığı [En’âm 6/125] Iutuf ve rahmeti olmadan kimsenin ma­nevî açıdan temizlenemeyeceği [Nûr 24/21] bildirilmiş, rızıklannın bollaştırılması halinde azacak olanların dünyalığı­nın ölçülü tutulduğuna dikkat çekilmiş [Şûrâ 42/27] özendirici olma tehlikesi bulunmasaydı inkarcılara ait evlerin kon­forlu hale getirilmesini sağlayacak imkân­ların verileceğine işaret edilmiş [Zuhruf 43/33-35] Kur’an’ın müminlerin gö­nüllerine hidayet ve şifa, kâfirlere ise kör­lük ve bir nevi sağırlık kaynağı olduğu ve bunun kâfirlerin zarara uğramalarına yol açtığı haber verilmiş [Fussılet 41/44; İsrâ 17/82] ayrıca Allah’ın dilemesi halin­de yeryüzündeki insanların tamamının iman edeceği açıklanmıştır.[Yûnus 10/99] Kendi tercihleriyle iman etmelerini sağ­layacak bütün lutufları Allah’ın kâfirlere vermemesi adaletinin gereği olup bu se­beple cimrilik ve zulümle nitelendirilmesi mümkün değildir. Zira Allah kâfirleri ya­ratarak ergenlik dönemine kadar yaşat­mış ve onlara akıl yürütme melekesi ver­dikten başka peygamber göndermiş, buna rağmen kâfirler iman etmemiştir. Aslında akıl da Allah’ın kendi iradeleriyle iman etmelerine katkıda buluna­cak bütün lutufları kâfirlere vermek mec­buriyetinde olmadığına hükmeder, çün­kü mecburiyet aczin ifadesi olduğundan Allah hakkında muhaldir. İnsanlar arası ilişkilerde bile lutfun son noktasına ka­dar ihsan edilmesi gerekli görülmez. Üm­metin, kulluk görevini yapabilmek için dualarında Allah’tan yardım istemek ve günahlardan korunma talebinde bulun­mak gerektiği konusunda icmâ etmesi lutfun Allah’a vacip olmadığının bir deli­lini teşkil eder. Eğer iman etmeleri için kâfirlere her türlü lutfunu ihsan etmesi Allah’a vacip olsaydı bu takdirde her yüz­yılda bir peygamber göndermesi ve pey­gamber vârisi olan kişilerle hüküm verme mevkiinde bulunan kimseleri hatadan ko­ruması gerekirdi. Halbuki realitede bu­nun gerçekleşmediği bilinmekte ve lutfu Allah’a vacip gören Mu’tezİle kelâmcıla-rınca da bu husus kabul edilmektedir. Şu hal­de Allah’ın lutufta bulunduğu kişi iman ve itaat etmiş, lutfundan mahrum bırak­tığı kimse de inkâr ve isyan yolunu tut­muştur. Eş’ariyye, Mâtürîdiyye ve Selefiyye âlimlerinin tamamı bu görüştedir. Bişr b. Mu’temir ve ona tâbi olan Bağdat Mu’tezilesi’ne mensup kelâmcılar da kul­larına lutufta bulunmanın Allah’a vacip olmadığını söylerler. Ancak onlar, Allah’ın sadece müminlere lutufta bulunduğuna ve kâfirleri bundan mahrum bıraktığına ilişkin Sünnî görüşe katılmamışlardır.

Lütuf konusunda farklı iki ana görüşü benimseyen kelâmcılar birbirlerini eleş­tirmişlerdir. Kâdî Abdülcebbâr iutuf me­selesinde Mücbire’yi (Eş’ariyye) kendileri­nin muhalifi bile saymaz. Zira ona göre lütuf, kişinin iradesiyle iman ve itaati seç­mesine yardım etmek demektir. Halbuki Eş’ariyye ve diğer Sünnîler, insanın irade hürriyetinden tamamen yoksun olması anlamına gelebilecek bir anlayışa sahip­tir. Ayrıca Mu’tezile’nin, lutfu, sadece mü­kellefin yükümlülüğün üstesinden gelme­sini mümkün kılacak gücünü arttırmak ve ileri sürebileceği mazereti ortadan kal­dırmak noktasında Allah’a vacip gördü­ğü, Sünnîler’in ise kulunu güç yetireme-yeceği yükümlülüğe tâbi tutmasını [teklîf-i mâ lâ yutak] Allah hakkında caiz gör­düğü dikkate alınırsa lütuf problemin­den uzak kaldıkları anlaşılır. Bu bakımdan Eş’ariyye -ve diğer Sünnîler- lütuf konu­sunda Mu’tezile’nin muhalifi olabilecek bir konuma sahip değildir. Kâdî Abdülcebbâr. Mu’tezile’nin gerçek muhalifi saydığı Bişr b. Mu’temir ve Bağdat Mu’tezİle ekolü mensuplarının ise görüşlerini yanlış bir temele dayandırdıklarını savunur. Ona göre Allah’ın, her mükellefin kendi iste­ğiyle iman etmesini sağlayacak lutufta bulunma gücüne sahip olduğunun ve buna rağmen insanlardan bir kısmının iman ederken bir kısmının inkâr yoluna saptığının görülmüş olmasından hare­ketle lutfun Allah’a vacip olmadığını söy­lemek yanlıştır. Çünkü Allah’ın, lutufta bulunacağı bazı kulların iman etmeyecek­lerini davranış biçimlerinden bilmesi im­kânsız değildir, dolayısıyla ona yapılacak muamele lutfa dönüşmez. Nitekim iki ço­cuğu bulunan bir babanın, aynı şekilde ilgilendiği çocuklarından birinin okula gi­dip öğrenimini tamamlayacağını, diğeri­nin ise öğrenimini tamamlama iradesini göstermeyeceğini psikoiojik durumların­dan hareketle bilmesi mümkündür. Mü­kellefler hakkında Allah’ın durumu da bu­na benzetilebilir.

Sünnî âlimler de Mu’tezİle ve Şîa ke­lâmcılarının lütuf nazariyelerini eleştir­mişlerdir. Ebü’l-Muîn en-Nesefî, lutuf na­zariyesinin aslah ilkesiyle çelişen bazı yön­lerinin bulunduğunu söyler. Zira iman ve İtaat fiilinin ilâhî lutuf bulunmadan ger­çekleştirilmesi güç olmakla birlikte müm­kün olup daha çok sevap kazandırır, aynı fiili lutfa mazhar olarak gerçekleştirmek ise daha az sevaba vesile olur. Mu’tezile’­nin benimsediği aslah ilkesine göre daha çok sevaba ve en üstün mertebeye eriş­mesi için mükellefi lutuftan yoksun bı­rakmak gerekir. Bu ise lutfun Allah’a va­cip olduğu iddiasıyla çelişir.

İslâm kelâmcıları, mükellef kulların iman ve itaat etmek için Allah’ın lutfuna muhtaç olduğu görüşünde birleşmekte­dir. Görüş ayrılıkları daha çok, bütün in­sanların iradeleriyle iman etmelerini sağ­layacak lutufların Allah nezdinde mevcut olup olmadığı, kâfirlere lutufta bulunup bulunmadığı ve kullarına lutuflarıyla mu­amele etmesinin Allah’a vacip olup olma­dığı noktalarında toplanmaktadır. Allah’ı mecburiyet altında bulunmakla niteleme­ye ve lutfunu sınırlamak suretiyle rahme­tini daraltmaya götürecek anlayışların naslarla ve aklın Allah hakkında ulaşabil­diği bilgilerle örtüşmediğini söylemek ge­rekir. Buna karşılık Allah’ın, iradeleriyle iman ve itaat edebilmeleri için sadece müminlere lutufta bulunduğunu, kâfirleri ise bundan tamamen mahrum bırak­tığını savunan görüşün naslarla ve ada­let mantığıyla bağdaştırılmasını zorlaştı­ran yönleri vardır. Lütuf konusuna naslar açısından bakılınca, mükelleflerin kendi iradeleriyle iman ve itaat etmelerine yar­dımcı olacak ilâhî nimet ve lutufların in­sanlara yeterince verildiğini söylemek ge­rekir. İnsana yükümlülüğün üstesinden gelebilecek şekilde irade hürriyetinin ve­rilmesi, peygamberler gönderilmesi, ilâ­hî kitaplar aracılığıyla kulluk görevlerinin açıkça bildirilmesi bu lutufların başlıca-larıdır. Lutfun gerekliliğini ileri sürenler de bunu söylemektedir. Lutfun sadece müminlere verilip kâfirlerin bundan mah­rum bırakıldığı meselesine gelince bunu da şöyle anlamak mümkündür: Allah kim­seyi mümin veya kâfir olarak yaratmamış­tır. Herkes mümin olmaya da kâfir olma­ya da elverişli olarak doğar. Yetişkin hale gelip mükellef olan insan, iradesini iman ve itaat yönünde kullanırsa bu tercihinin dünyada başlayan bir mükâfatı olarak Al­lah kendisine lutufta bulunur, kulluk yap­maya devam ederse lutuflan artarak de­vam eder, yani mümin olmayı seçenlere ilâve lutufta bulunur. Eğer iradesini in­kâr ve isyan yönünde kullanırsa Allah onu lutfundan mahrum bırakır. Şu halde kâ­firin ilâhî lutuftan mahrum edilişi, iman ve itaat etme irade ve gücünden yoksun bırakılması şeklinde anlaşılmamalıdır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski