Marifet Nedir -Tasavvufta- Anlamı, Hakkında Bilgi

Marifet. Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi.

Sözlükte masdar olarak “bilmek, tanı­mak, ikrar etmek”, isim olarak “bilgi” anlamına gelen ma’rifet (irfan) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlik­te aralarında bazı farklar vardır. İlim tü­mel ve genel nitelikteki bilgileri, marifet tikel, Özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, marifetin karşıtı inkâr­dır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman marifetin yerini tutamaz.

İlk dönemlerden itibaren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi marifet, irfan, yakın gibi yine kendilerine has te­rimlerle ifade edip bunun için bazan ilim kelimesini de kullanmışlardır. Ancak ilim terimini marifet anlamında kullandıkla­rında bunu tasavvuf! terminolojiye ait ba­zı sıfatlarla niteleyerek “ledün ilmi, bâtın ilmi, esrar ilmi, hal ilmi, makam ilmi, fenâ-bekâ ilmi, mükâşefe ve müşahede ilmi” gibi tabirler oluşturmuşlar, bu ta­birlerle marifet dedikleri ilâhî esrar ve hakikatlere, nefsin niteliklerine, varlıkla­rın durumuna ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi kastetmişlerdir. Marifetin mukaddimesinin ilim, ilimsiz marifetin muhal, marifetsiz ilmin vebal olduğuna inanan sûfîler marifetin ledünnî bir ilim sayıldığı görüşündedir. Onlara göre bu ilimde vehmin tesiri bulunmadı­ğından ismet (masumiyet, saflık) vardır; diğer ilimler ise vehmin etkisi altında oldukları için saf ve masum değildir.

Sûfîler. sülük ile ve yaşanarak öğreni­len bu bilgilerin aynı konularda aklî istid­lal ve kıyaslarla yahut belli metinleri oku­makla elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanırlar. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî, “Mavi gök kubbesinin altında bizim ilmimizden daha şerefli bir ilim ol­saydı gider onu öğrenirdim” demiş Ruveym b. Ahmed de ilk far­zın marifet tahsil etmek olduğunu, ma­rifet sahibinin (arif) mevlâsınin tecellile­rini temaşa ettiğini söylemiştir. Onlara göre akıl ve naklin alanı dışında kalan hususlarda vasıtasız olarak elde edilen marifet akı! ve nakil yoluyla elde edilen bilgiden daha değerli ve daha güvenilirdir. Böyle bir bilgiyle Allah’ı tanı­maya “mârifetullah” [el-ilm bi’llâh] bu yolla Allah’ı bilen ve tanıyanlara da “ehl-i ma’rifet, arif, arif billâh, ehl-i irfan, âlim billâh” denir.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” [Zâriyât 51/56] mealindeki âyette geçen “iba­det etsinler” ifadesini sûfîler “beni tanı­sınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü ibadet ibadet edilenin bilinmesine (mari­fet) bağlıdır. Bilinmeyene ibadet edilmez, dolayısıyla marifetsiz ibadetin bir anlamı yoktur. Sûfflere göre. “Allah’ın, kalbini İs­lâm’a açtığı bir kimse rabbinden bir nur üzere değil mi?” [Zümer 39/22] “Ey iman edenler! Eğer takva üzerinde olur­sanız O size bir furkan verir [Enfâl 8/ 29] mealindeki âyetlerde geçen “nur” ve “furkan” kelimeleri de marifete işaret et­mektedir. Sûfîlerin kutsi hadis olarak ka­bul ettikleri, “Ben bir gizli hazine idim, ta­nınmaya muhabbet ettim ve âlemi ta­nınmak için yarattım” ifadesi onlara gö­re âlemin yaratılış gayesinin muhabbet ve mârifetullah olduğunu göstermekte­dir. Bu sebeple bütün varlıkların fıtratın­da marifet arzusu vardır.

Mutasavvıflara göre marifet “kalbin Al­lah’la olan hayatı”. “Allah’ı sıfat ve isim­leriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini izle­yen nurlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na’t / vasıf”, “kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir. Bu tarifler söz konusu bilginin mahiyetini ta­nıtmaktan ziyade kaynağı, elde ediliş yolu ve biçimi, gerçekleşme şartlan, güveni­lirliği, çeşitleri, etkileri ve sonuçları gibi hususlarla ilgili olup bunların her biri ma­rifetin ayrı bir yönüne vurgu yapması bakımından önemlidir. Tarifler üzerinde düşünerek marifet hakkında genel bir kanaat sahibi olmak mümkünse de bu­nun özüne nüfuz etmek sülûke ve manevî tecrübeye bağlıdır. Tanınan, ama sözle tanıtılamayan bir bilgi, bir duygu ve bir ay­dınlanma hali olan marifetin yakın, zevk. vecd, fena, huzur gibi tasavvufî hallerle de yakın ilişkisi vardır. Marifet konusundaki tariflerin yetersiz kalması ve bu yol­da ilerleyen sûfîlerin gittikçe Hak’la ilgili bilinmezliklerin arttığını görmeleri onla­rı, “Marifet Hakk’ın bilinmeyeceğini bil­mektir” deme noktasına ulaştırmıştır.

Marifet Allah, insan ve âlemle ilgili kap­samlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bil­gidir. Âlem ve nefis hakkındaki marifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakı­mından değerlidir. Bu sebeple mârifetul­lah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isim­leri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlan­mıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma’rife-tü’n-nefs) bağlıdır. Nefsini bilen kimsenin rabbini bileceğini belirten hadis de bunu anlatmaktadır. Ebû Saîd el-Harrâz aynı kavramı, “Nefsini bil­meyen rabbini bilemez” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcı, rabbini bilmesi nef­sini bilmesinin neticesidir; yani insan nef­sinin sıfatlarında arif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.

Tasavvufî anlamıyla ilk defa marifet­ten bahseden Zünnûn el-Mısrî’ye göre esasen Allah’ı tam olarak bilmek ve tanı­mak mümkün değildir. Bu sebeple Al­lah’ın zâtı hakkında tefekküre dalmak ce­halettir. Marifetin hakikati de hayretten ibarettir. Bâyezîd-i Bistâmî de Allah’ın zâtı hakkındaki marifet iddia­sını cehalet olarak nitelemiş ve, “Marife­tin hakikatine dair olan bilgi de hayrettir” demiştir. Böylece Allah’ı tanımayı gaye edinen sûfîler en sonunda insan oğlunun O’nu tanımaktan âciz ol­duğu kanaatine varmışlardır. Ebû Saîd el-A’râbî, Allah hakkındaki marifetin in­sanın bu konuda bilgisizliğini itiraf etme­sinden ibaret olduğunu söylemiş, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de, “Marifet insanın Hak konusunda câhil olduğunu bilmesidir” demiştir.[358] Muta­savvıflar Hz. Ebû Bekir’e atfettikleri, “Al­lah hakkında marifet sahibi olmanın biri­cik yolu insanın O’nun hakkında marifet sahibi olmaktan âciz olduğunu idrak et­mesidir” sözünü bu konu­daki düşüncelerinin temeli haline getirmişlerdir. Cüneyd-i Bağdadî bu hususu, “Allah’tan başka Allah’ı tanıyan yoktur” cümlesiyle ifade etmiştir. Mutasavvıflar, “Onlar Allah’ı takdir edemediler” mealin­deki âyeti [En’âm 6/91] “O’nu tam ola­rak tanıyamadılar” şeklinde anlamışlardır.

Genellikle marifet dille anlatılan ve öğ­retilen bir şey olmaktan çok susarak an­laşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî’nin, tasavvuf yo­luna girmek isteyenlerin marifet ehlinin yanında sükût etmelerini ve marifet İd­diasında bulunmamalarını tavsiye ettiği kaydedilmektedir. Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susması. Hak’tan başkasıyla meşgul ol­mamasıdır. Sükût tefekkürü temin ettiği ölçüde marifet tahsil etmenin aracıdır.

Gazzâlî marifeti, “Allah’ın kulunun kalbi­ne attığı bir nurla kulun daha önce isim­lerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi” şeklinde tanımlamıştır. Buna göre marifet sırf bir lütuf olarak Al­lah’ın kuluna verdiği bir ışıktır. Hz. Ali’­nin. “Allah’ı Allah’la, O’ndan başkasını da O’nun nuru ile tanıdım” sözünün anlamı budur. Allah kendisini kime tanıtırsa O’nu ancak o tanır. Cüneyd-i Bağdadî tarife (tanıt­ma) ve taarrufa (tanınma) dayanan iki marifetten bahseder. Taarruf Allah’ın ken­disini, kendisiyle ilişkisi açısından da eş­yayı kuiuna tanıtması, tarif ise dış dünya (âfâk) ve iç dünya da (enfüs) kudretinin eserlerini ona göstermesidir. [Fussılet41/ 53] İlki havassın, ikincisi avamın marife­tidir. Taarruf Allah’ın lutfuyla O’nu doğ­rudan tanıma, tarif dolaylı olarak Hakk’ın kendisini kuluna tanıtmasıdır.

Sûfîlere göre Allah kullarına. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” [A’râf 7/172] şeklinde soru sorarak kendisini onlara ezelde tanıtmıştır. Bu anlamda marifet ezelîdir. Dünyaya gelen insanlardan bir kısmı bu marifeti itiraf, bir kısmı inkâr eder. Bundan dolayı Hakk’a dair marife­tin zaruri olduğunu ileri sürenler de ol­muştur.

Hak vergisi olan marifetin artma ve ek­silme kabul edip etmeyeceği tartışılmış, genellikle marifetin açıklık ve kesinlik de­recesini ifade eden yakinin duruma göre artacağı veya eksileceği kabul edilmiştir. Marifetin en mükemmel şeklinde rivayet yoluyla bilinen dinî hu­susların hakikatleri kula zahmetsiz ve külfetsiz olarak gözle görülür gibi açık bir şekilde bildirilir. Bu bilginin elde edilme­sinde kulun amelinin ve zahir ilimlerine sahip olmasının hiçbir tesiri yoktur; doğ­rudan Hak’tan gelip bunda vehim, akıl ve düşüncenin dahli olmadığından nuru ga­yet parlaktır. Gazzâlî’nin hakiki marifet ve yakini müşahede dediği, sıddîk ve mukarrebûn denilen yüksek seviyedeki din­darların marifeti de budur. Fakat herkesin marifeti aynı seviyede olmadığından marifetin çeşitli derecelerinden bahsedilmiştir. Hücvîrî Al­lah hakkındaki marifetin biri ilmî. diğeri hâlî olmak üzere iki türünden söz eder. İlmî marifet her şeyin temelidir. Çünkü cinler ve insanlar sırf Allah’ı tanımak için yaratılmıştır.[Zâriyât 51/56] Sûfîler, ilmî marifet yanında “kulun Allah’a karşı tutum ve duruşunun sağlıklı olması” an­lamında ikinci bir marifetten bahsetmiş­ler, bunun ilmî marifetten daha faziletli olduğunu, zira sağlıklı bir halin daima sağlıklı bir ilmi gerektirmekle beraber sağlıklı bir ilmin her zaman sağlıklı bir hali içermediğini söylemişlerdir.

Abdurrahman-ı Câmî’ye göre marife­tin dört mertebesi vardır. Sâlik birinci mertebede baktığı her şeyi Hak’la bağ­lantılı olarak görür; ikinci mertebede gördüğü her eserin Hakk’ın hangi sıfatıy­la ilişkili olduğunu bilir; üçüncü mertebe­de Hakk’ın sıfatlarla tecelli etmesinin hik­metini kavrar; dördüncü mertebede ilâhî ilmi kendi marifeti şeklinde algılar. Sâlik Hakk’a ne kadar yaklaşırsa marifeti o ka­dar artar. Sûfîler marifetin her zaman kerametten daha faziletli ol­duğunu, abdestin bozulmasıyla kerame­tin zail olacağını, bunun için daima ab-destli bulunmak gerektiğini, buna karşı­lık gusle ihtiyaç halinde bile marifetin ariften ayrılmadığını, çünkü kerametin amel, marifetin Hakk’ın lütuf ve inayeti olduğunu söylemişlerdir.

Sûfîlerin, doğrudan Allah tarafından bahşedilen marifetin nakil ve akıl yoluyla edinilen dinî bilgilerden daha üstün oldu­ğunu söylemeleri bu bilgilerin Önemsen­mediği şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Bunun farkında olan sûfîler marifetin na­kil ve akıl yoluyla elde edilen bilgileri ge­çersiz kılmadığını ve onların değerini azaltmadığını ifade etmiş, aksine marife­tin sağlıklı ve geçerli olması için Kur’an’a ve hadise aykırı düşmemesini şart koşmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî marifet nuru­nun takva nurunu söndürmemesi, zahirî ilme aykırı düşen bâtınî bir İlimden söz edilmemesi ve ilâhî lutufların Allah’ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sebep olmaması gerektiğini söylemiştir. Ebû Saîd el-Harrâz, zahiri ve şerl hükümlere aykırı düşen bütün bâtını bilgileri İlke ola­rak geçersiz saymış, Ebû Süleyman ed-Dârânî marifetin sağlıklı olduğuna Kur-‘an ve hadisin şahitlik etmesini şart koş­muş, Cüneyd-i Bağdadî sadece Kur’anve Sünnet çerçevesindeki marifetin geçerli olduğunu vurgulamıştır. Buna rağmen İslâm’dan önce mevcut olan gnostisizm (irfâniyye) akımı hıristiyan ilâhiyyâtı için olduğu gi­bi İslâm için de tehlike oluşturmuştur. Gnostikler gibi, ilâhî sır ve hakikatlerin sülük ve riyazet neticesinde hâsıl olan il­hamla bilineceğini, bu yolla elde edilen bilgilerin naslarda verilen bilgilerden üs­tün olduğunu, hatta irfan sahibi ariflerden ibadet etme yükümlülüğünün düşe­ceğini savunan görüşlere müslüman top­lumlarında da rastlanmıştır. “Sana yakin gelinceye kadar rabbine ibadet et” mea­lindeki âyeti [Hicr 15/99] bu yönde yo­rumlayanlar vardır. Hücvîrî, “ehl-i ilham” ve “ilhâmiyye” de­diği bu akımın mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki marifet ve irfanın bu akım­la ilgisi bulunmadığını, zira marifetin hi­dayetten kaynaklanan şer’î ve nebevî bir bilgi olduğunu belirtmiştir. Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşey-rî ve Gazzâlî gibi sûfîler de söz konusu tehlikeye dikkat çekmişlerdir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski