Osmanlıda Yüksek, Azınlık, Cemaat, Nizamiye Mahkemeleri

Osmanlı Devleti’nde mahkemeler, İslâmiyet sonrasında oluşan Türk- İslâm adlî yapı geleneğinin devrine nisbetle gelişmiş bir örneğini teşkil eder. Osmanlı hukuk tari­hinin Batılılaşma  modernleşme döne­mine kadar devam eden sürecinde klasik yapı büyük ölçüde korunmuştur. Daha çok “meclis-i şer”, mahfil-i şer'” olarak ad­landırılan klasik Osmanlı mahkemesi bu devirde tek hakimli ve esas itibariyle tek derecelidir. Çok hakimli mahkeme yapısı İslâm hukuk teorisine uygun olmakla bir­likte [Mecelle, md. 1802] bir iki istisna dıve özellikle Osman­lı dönemi uygulamasına yabancıdır. O ka­dar ki çok üyeli bir yapısı olan Dîvân-ı Hü­mâyun bir yüksek mahkeme olarak işlev gördüğünde yargılama sadece Rumeli ka­zaskeri tarafından yapılmakta, yanında oturan Anadolu kazaskeri yalnız izleyici konumunda bulunmaktaydı. Davaların yoğun olması durumunda sadrazamın is­teği üzerine Anadolu kazaskeri de yargı­lamaya yardım eder ve divanda tek başı­na yargılama yapardı. Böyle bir geleneğin oluşmasında, hüküm vermede önemli bir yer işgal eden içtihadın hem mahiyeti hem tarihî uygulaması itibariyle münferit bir faaliyet şeklinde görülmesinin önemli rolü olmalıdır. Öte yandan Dîvân-ı Hümâyun’un bir yüksek mahkeme olarak varlığı ve gerektiğinde mahallî mahkemelerin kararlarına yapılan itirazları gözden ge­çirmesi, Osmanlı mahkeme yapısının esas itibariyle tek dereceli olma özelliğine ay­kırılık teşkil etmez. Mahallî mahkeme ka­rarları, bir kısım ceza davaları hariç veril­diği andan itibaren bir üst mahkemenin tasdikine gerek olmaksızın işlerlik kaza­nırdı.

Osmanlı mahkemesi, daha önceki ve çağdaşı İslâm devletlerinde görülen ör­neklere nisbetle gelişmiş bir yapı arzeder. Her şeyden önce Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanı genişlemiştir; hem şerî hem örfî davalarda tek yetkili mah­keme konumundadır. Gayri müslimlerle ve bilhassa gayri müslim din adamlarıyla ilgili bazı davalar ve hazineye intikal et­miş mirasçısız terekeye yönelik bir kısım istihkak davaları bir tarafa bırakılacak olursa Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanına girmeyen herhangi bir hu­kukî ihtilâf yok gibidir. Diğer İslâm devlet­lerinde görev yapan mezâlim divanları Osmanlı Devleti’nde yerini kısmen mahal­lî mahkemelere, kısmen Dîvân-ı Hümâyun’a bırakmıştır. Ancak yine de meclis-i şer’ dışında Osmanlı Devleti’nde yetkili başka hiçbir yargı kurumunun bulunma­dığını düşünmemek gerekir. Dîvân-ı Hümâyun’un yanı sıra sadrazamın başkan­lığında Rumeli ve Anadolu kazaskerleri­nin katılımıyla toplanan cuma divanı, İs­tanbul ve bilâd-ı selâse (Üsküdar, Galata, Eyüp) kadılarının iştirakiyle toplanan çar­şamba divanı Dîvân-ı Hümâyun’un yargı yükünü hafifleten yüksek mahkemeler görünümündedir. Mısır divanı buradaki mahkemelerce verilen kararların itiraz makamı olması açısından merkezdeki Dî­vân-ı Hümâyun’un işlevini üstlenmekte­dir. Öte yandan Rumeli kazaskerlik mahkemesinin imparatorluk dahilinde yaşa­yanların davalarına bakmakla yetkili kılı­nan, ancak yine de sınırlı bir faaliyet ala­nı bulunan bir mahkeme olduğu anlaşıl­maktadır. Beylerbeyilerin başkanlığında toplanan eyalet meclislerinin zaman za­man bölge kadısının iştirakiyle bir yargı kurumu gibi çalışması, sefere çıkan bir vezirin geçtiği bölgelerde yine o bölge ka­dısının (toprak kadısı) katıldığı bir top­lantı akdedip idarî şikâyetler yanında adlî şikâyetleri de dinlemesi diğer yargılama örneklerindendir. Bu mahkeme listesine, gayri müslimlerin ahvâM şahsiyyeleriyle ilgili ihtilâflarına isteğe bağlı olarak ba­kan ve kilise ile sinagoglar bünyesinde kurulan cemaat mahkemelerini de ekle­mek gerekir. Ancak gayri müslimler ceza, borçlar, ticaret hukuku gibi hukukun di­ğer alanlarında ve cemaat mahkemesine gitme konusunda aralarında anlaşmaz­lık çıktığı takdirde ahvâl-i şahsiyye saha­sında da Osmanlı mahkemesine başvurmak durumundadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde geçici bir statü ile bu­lunan yabancıların (müste’men) kendi ara­larındaki ihtilâflara kapitülasyonlar gere­ği olarak bakan ve onlara kendi hukukla­rını uygulayan konsolosluk mahkemeleri de bu arada sayılmalıdır. Öte yandan tari­kat, esnaf teşkilâtı, yeniçeri ortası, kabile, boy, Hz. Peygamber soyundan gelen seyyid  şerifler gibi bir kısım teşkilât ve top­lulukların hukukî ihtilâfları, mahkemeye başvurulmadan yürürlükteki hukukî ku­ral ve mahallî teamüller ışığında şeyh. kâhya, ağa, kethüda, nakîbüleşraf olarak anılan başkanlarının veya İleri gelenleri­nin kararıyla çözüldüğü de sıkça rastla­nan uygulamalardandır. Ancak bütün bu mahkemeler sınırlı görev alanı ve yetki­leri olan kurumlardır; Osmanlı Devleti ge­nelinde yetkili yargı kurumu, klasik Os­manlı mahkemesidir.

Bu mahkemelerin hem şer’î hem örfî hukuku uygulayan bir yargı kurumu ol­ması bazı İslâm devletlerinde var olan mezâlim, ihtisab, şurta gibi farklı yargı kurumlarının sebep olabileceği karmaşayı önlemiştir. Hâkimü’ş-şer’ de denilen ka­dılar önlerine gelen şer’î davalara fıkıh ki­taplarında, örfî davalara da kanunnâme­lerde yer alan kuralları uygulamışlardır. Medreselerde okutulan Hanefî fıkıh ki­tapları ve bunlar arasında özellikle Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Molla Hüsrev’in Dürerü’l-hükkâm, Ka­nunî Sultan Süleyman devrinden itibaren İbrahim el-Halebînin Mülteka’l-ebhur adlı eserleri mahkemelerin kullandığı bilgi kaynakları olarak dikkati çekmektedir.

Resmî ve özel kanunnâme derlemeleri, başşehirden gönderilen münferit fer­manlar da kadılara örfî hukuk uygulama­larında yardımcı olan kaynakların başında gelmektedir. Sert ve örfî hukukun aynı mahkeme tarafından uygulanması bu iki hukuk sisteminin uyumlu beraberliğini sağladığı gibi adlî hayata da güven ve is­tikrar getirmiş, bütün adlî ve belirli ölçü­de idarî yapının merkezine kadıyı yer­leştirmiştir. Bu bakımdan Osmanlı yönetiminin şerl ve örfî kuralları yan yana ahenkli bîr biçimde uygulama hususun­da diğer İslâm devletlerinden daha başa­rılı olduğunu söylemek mümkündür. Yine bu uygulama, yetkili adlî merci belirsizli­ğinin doğuracağı keyfî uygulamalara im­kân vermediğinden yönetici kesimin (ehl-i örf) reayaya yönelik keyfî uygulamalarını da en aza indirmiştir. Öte yandan hangi hukuk alanına (şer’î-örfî) ait olursa olsun bir hukuk uygulamasının kadının izni ol­madan yapılması da yasaklanmıştır. Sa­dece hukukuygulamalarının değil vergi toplanması, tahrir yapılması gibi idarî ta­sarrufların da hâkimin bilgisi (kadı mari­feti) olmadan gerçekleştirilmemesi ka­nunnâmelerde ve adaletnâmelerde sıkça vurgulanmıştır. Bu da bir yandan merkezî otoritenin kamu görev­lilerinin keyfî uygulamalarına karşı ne ka­dar hassas olduğunu, diğer yandan ehl-i örfün fırsat buldukça bu tür uygulama­lara yatkın bulunduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Osmanlı mahkemeleri esas İtibariyle Anadolu ve Rumeli olmak üzere İki bölge­ye ayrılmış, Anadolu’daki kadılar Anadolu kazaskerliği, Rumeli’de, Kırım ve Kuzey Afrika’daki kadılar da Rumeli kazaskerliği bünyesinde mevleviyet, sancak ve kaza kadılıkları olarak teşkilâtlanmıştır. Bu iki bölgeden birinde kadılık gö­revine başlayan hâkimlerin yer değiştir­mesi, terfi etmesi yine kendi grubu içinde mümkün olurdu. Kazaskerler, XVI. yüzyı­lın ortalarına kadar kendi bölgelerindeki, günlük 150 akçeye kadar geliri olan kadı­lıkları divan günlerinde bizzat padişaha arzedip tayinlerini yaparken 150 akçeden fazla geliri olan kadıları sadrazam kanalı ve onayıyla padişaha sunarlardı. Fakat XVI. yüzyılın ortalarından itibaren mevleviyet denilen büyük kadılıklara tayinler kazasker tarafından değil şeyhülislâm tarafından sadrazam kanalıyla padişaha sunularak yapılmıştır. Daha az geliri olan kadı tayinlerini kazaskerler yapmaya de­vam etmiş, ancak bunlar da şeyhülislâm kanalıyla padişaha arzedilmiştir.

Kadılar ilk kuruluş yıllarında süresiz olarak göreve getirilirken taliplerin ço­ğalması ve herkese yetecek sayıda kadı­lığın bulunmaması sebebiyle zamanla bu usulden vazgeçilmiş, kadıların görev sü­releri XVI. yüzyılın sonlarında üç yıla, XVII. yüzyıl içinde iki yıla indirilmiş, ardından bu süre biraz daha kısaltılarak büyük ka­dılıklara bir yıl, diğerlerine yirmi ay süre ile tayinler yapılmıştır. Ancak kadıların fiilî görev süreleri bitip yeni bir göreve ta­yinlerine kadar İstanbul’a dönerek bağlı bulundukları kazaskerlikte sıra bekleme­leri ve bu sırada herhan­gi bir maaş almamaları bunları mahru­miyet içinde bırakmış, dolayısıyla görev yaptıkları dönemde bazılarının meslek ah­lâkına olumsuz etki yapmıştır. Kadıların gelirlerini arttırmak için zaman zaman bölgelerinde teftişe (devre) çıktıkları, me­selâ kendilerince uygun yapılmayan miras taksimlerine itiraz ettikleri ve -kanun­nâmelerde aksi emredilmesine rağmen-zorla tereke taksimine yönelerek harç al­dıkları zaman zaman şikâyete konu olan suistimallerdendir. Kadılıkların sürekli ha­le getirilmesi Tanzimat sonrasında ger­çekleşmiş ve 1876 Kânûn-i Esâsîsiyle de hâkimlerin azledilmezliği anayasal bir statüye kavuşmuştur.

Osmanlı Devleti’nde mahkemeler için özel bir binanın hangi tarihten itibaren ayrılmaya başlandığı kesin olarak bilin­memektedir. Osman Nuri Ergin, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine bunların mekânı olan Ağakapısf nın şeyhülislâmlı­ğa devredilmesinden sonra 1836’da Ana­dolu ve Rumeli kazaskerliklerime İstanbul kadılığının buraya nakledildiğini, böylece resmî bir binaya kavuşulmuş olduğunu söylemekteyse de bu uygulamanın gerek İs­tanbul’da gerekse diğer şehirlerde daha önce başladığını düşünmek gerekir. Zira bir kısım mahkemelerde sayısı yüzleri bu­lan sicil defterlerinin kadıların özel konak­larında muhafaza edildiğini ve herhangi bir kurumsal yapı olmadan yeni gelen ka­dıya devredilerek günümüze kadar umu­miyetle zayi olmadan geldiğini düşünmek çok mâkul olmasa gerektir. Şeyhülislâmlığın ve mahkemelerin Ağakapısı’nda toplanmasının kazaskerliğin ve İstanbul mahkemelerinin kurumsallaşmasında ileri bir aşamayı temsil etmiş olması muhte­meldir; mahkemelerin resmî bir yapıya kavuşması ise bundan çok daha önce ger­çekleşmiş olmalıdır.

Başlangıç yıllarında kadıların düzenli ve yeterli gelirlerinin olmaması ve bunun çe­şitli problemler doğurması üzerine Yıldı­rım Bayezid devrinde Veziriazam Çandar-lızâde Ali Paşa’nın teklifi üzerine mah­kemede görülen davalar, yapılan miras taksimleri ve hazırlanan hüccetler İçin belli oranda harç alınmaya, böylece kadı ve yardımcıları için sürekli bir gelir sağ­lanmaya başlanmıştır. Harç miktarları da kanunnâmelerle belirlenmiş ve değişen şartlar altında zaman zaman yeniden dü­zenlenmiştir.

Kadılar yargı işlevini tek başlarına yap­makla birlikte mahkemede sayıları deği­şen yardımcıları da vardı. Bunların ba­şında bizzat kadı tarafından tayin edilen nâibler gelir. İşin mahiyetine veya tayinin şekline göre kadı naibi, mevâlî naibi, bab naibi, arpalık naibi gibi farklı İsimler alan bu yardımcılar kendilerini görevlendiren kadı adına yargılamada bulunur ve onun işini önemli ölçüde kolaylaştırırlardı. XVII. yüzyılda Eyüp kadılığında yirmi ye­di. Galata kadılığında kırk dört naibin gö­rev yaptığı bilinmektedir. Bu sayı Kahire’-de on birdir. Za­manla bu usul bazı mahkemeler için sü­rekli bir uygulamaya dönüşmüş ve mah­kemelere tayin edilen bir kısım kadılar görev yerine gitmeyip yargı görevini ta­yin ettiği nâiblerle yürütür olmuştur. An­cak bu uygulamanın Osmanlı hukuku açı­sından bazı sakıncalar doğurduğu da bir gerçektir. Bunun yanı sıra yargılamanın alenî ola­rak yapıldığını gözlemleyen ve mahkeme defterine isimleri yazılan şühûdü’l-hâl ka­dıların önemli yardımcılarındandir. Mah­kemeye gelen tarafların yakınlarından, sosyal veya meslekî çevresinden oluşan, bu sebeple görülen davaya bağlı olarak İsimleri sürekli değişebilen şühûdü’l-hâ-lin sadece yargılamanın aleniliği bakımın­dan değil birçok durumda yargılamanın âdil yapılması açısından da etkin olduğu söylenebilir. Mirasla ilgili problemleri çö­zen ve tereke taksimleriyle ilgilenen kassâmlar, mahkeme kayıtlarını zaman için­de geleneği oluşmuş yazım usulleri çerçe­vesinde tutan, hüccet ve nâmları kaleme alan kâtipler, defterdarlıkla halk arasın­daki malî anlaşmazlıklara bakan mîrî kâ­tipleri, sanıkların mahkemeye celbinde hizmetleri olan muhzırlar mahkemede kadının diğer önemli yardımcılanndandır. Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla so­na ermesinde isimleri hemen hiç zikre­dilmeyen, ancak yaygın olarak devreye girdikleri ve olumlu rol oynadıkları görü­len ara bulucular da (muslihûn) bu arada sayılmalıdır. Çarşı ve pazarların denetlen­mesinde, gerek narhların gerekse kulla­nılan ölçülerin standartlara uygunluğu­nun sağlanmasında rol alan muhtesibler, sanıkların mahkemeye celbinde, verilen cezanın uygulanmasında görevleri olan subaşı, sancak beyi, beylerbeyi gibi ehl-i örfün de Osmanlı hukuk uygulanmasında önemli roller üstlendiği belirtilmelidir.

Osmanlı mahkemelerinin işleyişinde di­ğer İslâm devletlerinde olduğu gibi fetva kurumunun ve müftülerin önemli bir yeri vardır. Kendilerine sorulan dinî- hukukî sorulara somut olayla ilgilenmeden sa­dece teorik temelde cevap veren müftü­ler, bir taraftan bazı ihtilâfların mahke­melere intikal etmeden barış yoluyla çö­zülmesini sağlarken diğer taraftan mah­kemelerin uygulamalarını dolaylı yoldan etkilemiş ve onlara belirli ölçüde yön ver­miştir. Her ne kadar fetvalar kadıyı bağlamamaktaysa da mahkemeye intikal eden ihtilâfla sunulan fetva vakıa olarak birbi­riyle uyuşuyorsa kadının fetvaya aykırı ka­rar vermesi yanlış karar vermiş olduğuna kuvvetli bir karine teşkil eder ve bozul­masına sebep olurdu. Bundan dolayı kadıların genelde mahkemeye sunulan fetvalara uygun karar verdikleri görül­mektedir.

Taraflar mahkemede ya bizzat hazır bulunur veya bir vekille temsil edilirdi. Ve­kâlet kurumunun varlığına ve İslâm hu­kuk tarihinde köklü bir geçmişi olmasına karşılık profesyonel vekâlet kurumu avu­katlık Osmanlı adlî hayatında mevcut de­ğildir.

Eyalet, sancak ve kazalardaki mahke­melerde ancak bu İdari birimlerde ikamet edenler yargılanır, bunun dışına çıkıldı­ğında verilen hüküm geçersiz olurdu. Fa­kat padişahın izin vermesi durumunda mahkemelerin yargı sınırının genişlemesi mümkün olabilirdi. Dîvân-ı Hümâyun, cu­ma divanı ve Rumeli Kazaskerlik Mahke­mesi buna örnek gösterilebilir; bu mah­kemeler bütün Osmanlı tebaasının başvurabildiği genel mahkemeler görünümündedir.

Mahkeme kararları sicil defterine ya­zılır, taraflara bununla ilgili bir belge ve­rilirdi. Sicil defterine sadece hukukî ihti­lâflar ve kararlar değil mahkemede dü­zenlenen çeşitli belgelerin, merkezden gelen emir ve fermanların birer sureti de kaydedilirdi. Mahkeme karar­ları, içtihadın içtihadı nakzetmeyeceği prensibi gereği Anglo-Sakson hukukun­da olduğu gibi sonraki davalar için emsal oluşturmasa da bu kayıtlar o mahkeme­de görev yapan kadılar için önemli bir bil­gi ve yürürlük kaynağı olmuştur. Dolayı­sıyla kadılar görev yaptıkları dönemin sicil kayıtlarını yanlarında götürmez, mahal­linde bırakırlardı.

Anadolu ve Rumeli’de bulunan mahke­melerde esas itibariyle Hanefî mezhebi ictihadları uygulanmış, bu uygulama XVI. yüzyılın ortalarından itibaren daha katı bir tarzda takip edilmiştir. Tarafların baş­ka bir mezhebe mensup bulunması veya diğer bir mezhep görüşünün uygulan­masını talep etmeleri Anadolu ve Rumeli mahkemeleri söz konusu olduğunda dik­kate alınmazdı. Diğer mezhep mensupla­rının yoğun biçimde yaşadığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde ise Hanefî başkadısının başkanlığında diğer üç Sünnî mezhepten de nâibler tayin edilerek mensupları için bu mezhep görüşlerinin uygulanmasına imkân tanınmıştır. Ancak 1805’te Mısır’da Mehmed Ali Paşa, diğer mezheplerden kadı tayinini ve bu mez­hep görüşlerinin uygulanmasını yasakla­dığından Anadolu ve Rumeli’deki uygula­ma Mısır’ı da kapsamına almıştır. Bu uy­gulama XX. yüzyılın başlarında yumuşa­mış ve Hukük-ı Aile Kararnamesi diğer Sünnî mezhep görüşleri de dikkate alına­rak hazırlanmıştır.

Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme yapısındaki en köklü değişiklik Tanzimat sonrasında meydana gelmiştir. Bu dö­nemde tek hakimli klasik Osmanlı mah­kemesi yerini giderek toplu hakimli mah­kemelere bırakmaya başlamıştır. Bu hu­sustaki ilk değişiklik ticaret hukuku ala­nında görülmüştür. 1840’ta Ticaret Nezâreti’ne bağlı olarak İstanbul’da kurulan ticaret meclisi 1847 ve 1848 yıllarında ya­yımlanan iki nizâmnâmeyle ticaret mah­kemesine dönüşmüş, 1850 tarihli Kânunnâme-i Ticaret’e 1860’ta yapılan bir zeyille bütün imparatorluk bünyesinde bir başkan, iki daimî ve iki geçici üyeden olu­şan karma ticaret mahkemeleri kurulma­ya başlanmıştır; bu mahkemeler daha sonra nizamiye mahkemeleri bünyesine alınmıştır. Klasik mahkemelerin yanı sıra toplu hakimli ilk ceza mahkemesinin or­taya çıkışı da İstanbul’da Tanzimat sonra­sında bir meclis-i tahkikatın kurulmasıy­la başlar. Bunu 1847’de, yabancılarla Os­manlı vatandaşlarının dahii olduğu ceza davalarına bakan karma bir mahkemenin kurulması izler. Bu alandaki en köklü de­ğişiklik, 1864 Vilâyât Nizamnâmesi’yle bü­tün imparatorluk dahilinde ceza ve hu­kuk mahkemelerinin kurulmasıyla ger­çekleşmiştir. Yine sancak ve vilâyetlerde kurulan ve bir başkanla altı ile yedi üye­den oluşan meclis-i deâvî, meclis-i tem­yiz ve dîvân-ı temyizler, hem ilk derece hem istînaf mahkemesi olarak hukuk ve ceza yargılaması alanında görev yapmış­tır. 1879 yılında çıkarılan Mehâkim-i Ni-zâmiyyenin Teşkilât Kanunu ile bu mah­kemelere yeni bir yapı kazandırılmış, üye sayıları azaltılmış ve ilk defa bu kanunla savcılık kurumu Osmanlı ceza yargılama­sına dahil olmuştur. Bu mahkemelerin kurulmasıyla klasik Osmanlı mahkeme­leri, görev alanı daha çok ahvâl-i şahsiyye ile sınırlı hale gelen şer’iyye mahkemele­rine dönüşmüştür. Aynı dönemde kuru­lan nizamiye mahkemeleri Adliye Nezâreti’ne bağlanmış, şer’iyye mahkemeleri ise şeyhülislâmlığa bağlı kalmayı sürdür­müştür. 1917’de İttihat ve Terakkî hü­kümeti, gerçekleştirdiği bir dizi reform çerçevesinde bu mahkemeleri şeyhülis­lâmlıktan alıp Adliye Nezâreti’ne bağlamışsa da 1919 yılında şer’iyye mahkeme­leri şeyhülislâmlık bünyesine iade edil­miştir. 

Tanzimat döneminde Dîvân-ı Hümâ-yun’un artık işlevsel olmaktan bütünüyle çıkmasının doğurduğu boşluğu doldura­cak üst mahkemelerin birbiri peşi sıra ku­rulduğu görülmektedir. Önce 1838 yılın­da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, ar­dından 1868’de oluşturulan Dîvân-ı Ah­kâm-ı Adliyye ve Şûrâ-yı Devlet, bir süre­dir şeyhülislâmlıkta yapılan huzur mura­faalarının yerini alan Meclis-i Tetkîkât-ı Şer’iyye bu döneme damgasını vurmuş yüksek yargı kurumlarıdır. Meclis-i Vâlâ aslında Dîvân-ı Hümâyun örneğinde gö­rüldüğü gibi çok fonksiyonlu bir kurum­dur. Devletin muhtaç olduğu ıslahat pro­jelerini ve kanun tasarılarını hazırlaması­nın yanı sıra özellikle mahallî mahkeme­lerce verilmiş ağır cezaî kararların tekrar gözden geçirildiği bir yüksek mahkeme olarak da Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’nin ku­ruluşuna kadar görev yapmıştır. 1868’de Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ikiye ayrılarak bir kısmı kanun tasarılarını hazırlamak ve idarî yargı organı olarak görev yapmak üzere Şûrâ-yı Devlet’e, diğer kısmı, ceza ve hukuk mahkemelerinin temyiz mah­kemesi olarak teşkilâtlanmış bulunan Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’ye dönüşmüştür. Huzur murafaalarının şeyhülislâmlığa nakledilmesinden sonra bu uygulama şeyhülislâmın başkanlığında bir süre de­vam etmiş ve meclis-i şer’lerden gelen dosyaları incelemeyi sürdürmüştür. An­cak gelen dosyaların çoğalıp şeyhülislâm­lık bünyesinde ayrı bir kurum oluşturul­masına ihtiyaç duyulması üzerine 1862 yılında şer’iyye mahkemelerinden gelen dosyaları bir üst mahkeme olarak istînaf veya temyizen incelemek üzere Meclis-i Tedkîkât-ı Şer’iyye kurulmuştur. Burada 1873’te yeni bir düzenleme yapılmıştır. 1917 yılında şer’iyye mahkemelerinin Ad­liye Nezâreti’ne bağlanması üzerine bu kurum devreden çıkmış ve yerini Adliye Nezâreti’ne bağlı olarak çalışan Mahke-me-i Temyîz Şer’iyye Dairesi almıştır. Fa­kat daha sonra şer’iyye mahkemelerinin tekrar şeyhülislâmlığa bağlanmasıyla Meclis-i Tedkîkât-ı Şer’iyye yine işlevsel hale getirilmiş ve bu durum Osmanlı Dev-leti’nin sonuna kadar devam etmiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski