Türk valilerin görevlendirildiği Abbasîler devrinden itibaren zaman zaman bağımsız olarak idare edilen, bir süre Selçuklular ve Eyyûbîler adına hutbe okunan Mekke, Osmanlılar’ın ilgisini Yavuz Sultan Selim döneminden daha önce çekmişti. Memiükler devrinde Osmanlı padişahlarının Mekke’ye olan ilgilerinin gönderilen yardımlarla sürdüğü Mekkeli şair İbnü’l-Uleyf in mısralarından anlaşılmaktadır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden [Zilhicce 922/Ocak 1517] sonra Mekke Osmanlılar’a intikal etti. Yavuz Sultan Selim Kahire’de İken Mekke ve çevresinin zaptı için asker sevketmeyi düşünmüş, ancak Mekke Emîri Şerif Berekât’in, oğlu Ebû Nümey başkanlığında bir heyeti Kahi-re’ye göndererek itaatini bildirmesi üzerine bundan vazgeçmişti. 16 ve 22 Cemâziyelâhir 923’te 6 ve 12 Temmuz 1517 iki defa huzura kabul edilen Mekke heyeti saygıyla karşılandı. Yavuz Sultan Selim, Şerif Berekât’ın Mekke emirliğini onayladı. Heyet Mekke’ye dönünce Şerif Berekât, “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatıyla andığı Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği hil’ati giyerek onun adına hutbe okuttu, böylece Mekke’de Osmanlı hâkimiyeti fiilen başlamış oldu.
Osmanlılar. Mekke’nin Memiükler zamanındaki statüsünü değiştirmediler. Mekke emirlerine sık sık hii’at gönderip ihsanlarda bulunarak mukaddes topraklardaki asayişi sağlamaya ve bölgedeki hâkimiyeti onlar vasıtasıyla yerleştirmeye çalıştılar. Ayrıca önce Aden’i, ardından Yemen’i ele geçirmek suretiyle Kızıldeniz’i kontrol altına alıp Mekke’yi dış tehditlerden emin hale getirdiler. Hac mevsimleri başta olmak üzere Mekke’ye ulaşımın güvenlik içinde gerçekleşebilmesi için bedevî saldırılarını önlemeye yönelik çeşitli tedbirler aldılar. Haremeyn’de yaşayan halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını öncelikli politika olarak belirlediler. Osmanlı topraklan dışındaki müslümanların Mekke’ye güven içerisinde ulaşabilmelerini sağlamak için de çaba gösterdiler. Bu amaçla Hint Okyanusu’na donanma gönderebilmek için Akdeniz’i Kızıl-deniz’e bağlayan bir kanal açmayı düşündüler. Osmanlı-Safevî mücadelesinde, şahların Mekke’de çıkan bazı olayları açık veya gizli şekilde desteklemeleri sebebiyle özellikle savaş durumlarında İranlı hacıların Osmanlı topraklarına girmeleri yasaklanırdı. 962’de (1555) imzalanan Amasya Antlaşması ile İranlı hacıların Mekke’yi ziyaretine izin verildi. Ancak İran ile olan ihtilâf XVIII. yüzyılda farklı bir boyut kazandı, 1148’de (1736) İran’da iktidara gelen Nâdir Şah, beşinci mezhep olarak Ca’ferîliğin tanınması ve Mekke’de bir makam tahsis edilmesini istediyse de Osmanlılar bunu reddetti.
Mekke, Osmanlı hâkimiyeti sırasında 923’te (1517) Kabe’nin anahtarianyla mallarının çalınması ve Yemen’de bulunarak geri getirilmesi, hac mevsimlerinde meydana gelen olaylar, şerifler arasında nüfuz mücadelesi, 958’de (155J) Ebû Nümey’in emîr-i hac Mahmud Paşa ile olan anlaşmazlığına benzer şekilde şeriflerle Osmanlı idarecileri arasında yetki problemlerine dayanan hadiseler, Mısır’da isyan eden Bulutkapan Ali Bey’in bir süre Mekke’yi ele geçirmesi [Safer 1184/ Haziran 1770] ve bedevi baskınları gibi bazı ufak çaplı olaylar dışında -Muhammed b. Suûd ve taraftarlarının ortaya çıkışına kadar- genellikle sakin bir dönem geçirdi. Vehhâbîler’i başlangıçta tehdit unsuru olarak düşünmeyen Mekke şerifleri, zamanla bu hareketin aleyhlerine geliştiğini ve Hicaz’daki otoritelerini sarstığını gördüler. Mekke Emîri Şerîf Mes’ûd b. Saîd, dört mezhebe aykırı ve yıkıcı fikirlerinden vazgeçmediği takdirde Muhammed b. Abdülvehhâb’ın katlinin vacip olduğuna dair Mekke ulemâsından aldığı fetvayı İstanbul’a bildirdi. İbn Abdülvehhâb ve taraftarlarının ikna edilerek halka zarar vermelerinin önlenmesini isteyen ve olayı önemsemeyen Osmanlı idaresi, Mekke şeyh ü I haremi Osman Paşa’dan şeriflere yardım edip bu işi çözmesini istedi. Vehhâbîler, Mekke’de düzenlenen hac törenlerini propaganda amacı için kullanmayı düşündüklerinden ulemânın fetvasına istinaden 1184’e (1770) kadar buraya sokulmadılar. Muhammed b. Suûd’dan (o. 1179/1765) sonra Vehhâbîler’in başına geçen oğlu Abdülazîz b. Muhammed Hicaz’ı ve özellikle Mekke’yi tehdit etmeye başladı. Hac yollarının güvenliğini sarsan bu hareket, Mekke’ye gelen hacı sayısının azalmasına ve Mekke emirlerinin önemli bir gelirden mahrum olmalarına yol açtı. Mekke Emîri Şerîf Sürür b. Müsâid, Vehhâbîler’in tıpkı Şiîler gibi hac vergisi ödemeleri halinde Mekke’ye girebileceklerini bildirdi (1187/1773). 1189’dan (1775) itibaren de herhangi bir şart koşmadan Mekke’ye girip çıkmalarına izin vermek zorunda kaldı. 1213’te (1798) Mekke Emîri Şerîf Gâlib b. Müsâid’in yaptığı antlaşma ile Mekke Emirliği Vehhâbîler’i resmen tanıdı. 1803 Şubatında ele geçirdiği Tâif in ardından Mekke’ye yönelen Abdülazîz’in oğlu veliahd Suûd ve taraftarları, Cidde’ye kaçan Şerîf Gâlib’in kardeşi Abdülmuîn’inve şehrin eşrafından bazı kimselerin gayretleriyle Mekke’yi işgal etti (30 Nisan 1803). Mescid-i Harâm’da mezhebine ait risaleyi okuduktan sonra şeriflerden Abdülmuîn b. Müsâid’i Mekke emirliğinde bıraktı. Ardından Kabe ve makâm-ı İbrahim dışında Mekke’deki önemli ziyaretgâhlar tahrip edildi ve mezarların kubbeleri yıktırıldı. Mekke’nin işgali Osmanlı Devleti’nce meşruiyetlerini sarsan bir olay olarak görüldü. Suûd’un on gün kadar kaldığı Mekke’de 200 kişilik bir kuvvet bırakarak ayrılmasını fırsat bilen Şerîf Gâlib. Cidde Valisi Şerif Paşa’nın yardımıyla Mekke’yi kuşattı (12 Temmuz 1803) ve yirmi beş gün süren kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Bunun üzerine Suûd, Şerîf Gâlib’in Medine’yi kendisine bırakması ve Cidde gümrüğünde taraftarlarından vergi alınmaması şartıyla Mekke’yi ona terketti. Ancak 1803 Kasımında ölen babasının yerine emirlik makamına geçen Suûd’un şehre yönelik tehdidi devam etti. 1805 yılının sonlarında Mekke’yi yeniden kuşattı. Üç ay kadar süren kuşatmanın ardından Osmanlı yardımından ümidini kesen Mekke Emîri Şerîf Gâlib emirlikte kalmak şartıyla şehri Vehhâbîler’e teslim etti (Ocak 1806). Mekke’de fiilen hâkimiyeti sona eren Osmanlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle ilgili meselelerle uğraştığı için şehri kurtarmaya yönelik ciddi tedbirler alamadı. Hicaz’daki Vehhâbî tecavüzlerini ortadan kaldırmakla görevlendirilen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Mekke’ye gönderdi. Medine ve çevresindeki kabileleri itaat altına alan Tosun Paşa, Mekke’ye yönelerek gizlice anlaştığı Mekke Emîri Şerif Gâlib’in yardımıyla şehre girdi (23 Ocak 1813). Mekke’nin kurtuluşu İstanbul ve Mısır’da törenlerle kutlandı ve Kabe’nin anahtarının hazineye teslim edilmesinin ardından (30 Ağustos 1813) yedi gün top şenliği yapıldı. Tosun Paşa, Medine ve Mekke’den uzaklaşmasına karşılık babasının yerine emîr olan Abdullah b. Suûd ile antlaşma yaptı. Ancak Mehmed Ali Paşa, antlaşmayı onaylamayarak oğlu İbrahim Paşa kumandasında ikinci bir orduyu Hicaz’a gönderdi. Mehmed Ali Paşa işgalde sorumlu gördüğü, ayrıca Vehhâbîler’e karşı hatalı siyaset izlediğini düşündüğü Mekke Emîri Şerif Gâlib’in azledilerek yerine Şerîf Yahya b. Sürûr’un tayin edilmesini sağladı.[Şubat 1814] İbrahim Paşa’nın Hicaz’daki faaliyetlerine başladığı sıralarda (Eylül 1816) Vehhâbîler’in Mekke’de yaptıkları tahribatın tamiri için İstanbul’dan gönderilen usta ve işçiler çalışmalarına başlamışlardı. Vehhâbîler’in Hicaz hâkimiyetine son veren İbrahim Paşa (1818), II. Mahmud tarafından Cidde sancağı ile birlikte Habeş eyaleti valiliğine ve Mekke şeyhülharemliğine getirildi.
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Mekke emîri olan şeriflerin bağımsız hareket etme istekleri, Arap milliyetçiliği hareketinin hız kazanması ve Avrupa devletlerinin Ortadoğu’ya yönelik artan ilgileri bölgedeki denetimi gittikçe güçleştiriyordu. Osmanlı idaresi, Tanzimat’tan itibaren merkezî hükümetin etkinliğini arttıran tedbirleri süratle uygulamaya koydu. XIX. yüzyılın ikinci yansında Medine’ye ulaştırılan Hicaz demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılmasının tasarlanması, telgraf ve telefon hatlarının döşenmesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra merkezden düzenli asker şevkine başlanması, Mekke-Medine arasında ulaşım güvenliğinin sağlanması için 1500 kişilik bir seyyar kuvvet oluşturulması, zaptiye ve jandarma alaylarının kurulması gibi pratik sonuçlan da görülen merkezîleşme eğiliminden amaç Mekke’de Osmanlı nüfuzunun devamını sağlamaktı. Bütün bu faaliyetler, başlangıçta ayrılıkçı ve milliyetçi hareketler yerine merkezî idareye entegrasyonu hızlandırdıysa da sonraki dönemde bazı ayrıcalıklarını ve özerkliklerini yitiren Mekke eşrafını rahatsız etti; şeriflerin siyasî etkinliklerini fırsat buldukça Osmanlı Devleti aleyhinde kullanmalarından dolayı Mekke’deki Osmanlı nüfuzunun gittikçe azalmasına sebep oldu. Öte yandan Mekke halkının zorunlu askerlikten ve vergiden muaf tutulması kararlaştırıldı. Hicaz demiryolunun Medine’ye ulaştırılmasının ardından Osmanlı idaresi Hicaz’daki olaylara Medine üzerinden müdahalede bulunmayı tercih etti. Mekke’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyefin ilânından sonra merkeziyetçi politikalara hız verilerek şehir kontrol edilmeye çalışıldıysa da Osmanlı idaresi aleyhine faaliyetler arttı. Mekke’de kurulan yerel komite mahkûmları serbest bıraktı ve şehre girişteki ayakbastı parasını kaldırıp Osmanlı Valisi Râtib Paşa’nın koyduğu deve başına vergiyi en aza indirdi. Hicaz’da çok düzensiz olarak gerçekleşen 1908 seçimlerinde Mekke’den Hindistan asıllı Hanefî müftüsü Abdullah Saraç mebus seçildi. Ancak Abdullah Saraç yolda iken istifa ederek geri döndü. 1909’da seçimi yenileyen Şerîf Hüseyin, oğlu Abdullah ile Hasan b. Abdülkâdir eş-Şeybîyi Mekke mebusu olarak İstanbul’a gönderdi. Yeni hükümetin Mekke’ye yönelik ilk İcraatı Râtib Paşa’nın yerine Kâzım Paşa’yı vali tayin etmesi oldu. Büyük bir Arap devleti kurmak amacıyla çeşitli faaliyetlerde bulunan ve İngilizler’in desteğiyle hareket eden Şerîf Hüseyin, Osmanlı hükümetinin Mekke’yi kontrole yönelik politikalarından rahatsızlığını açıklamaktan çekinmeyerek isyan için fırsat bekliyordu. Bu arada I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli antlaşmalar yapan İtilâf devletleri, Mekke’nin Osmanlılar’dan alınıp bağımsız Arap yönetimine verilmesi konusunda da anlaştı. Şerîf Hüseyin ayaklanarak (27 Haziran 1916) Cidde valisi ve diğer Osmanlı idarecilerinin faaliyetlerini engelleyip Mekke’de üstünlük sağladı ve 3 Kasım 1916’da başşehri Mekke olan Hicaz Hâşimî Krallığı’nı kurdu. Osmanlı idaresi, isyanın ardından Temmuz başında Mekke emirliğine Şerîf Ali Haydar’ı tayin ettiyse de yeni emîr Mekke’ye giremediğinden görevini Medine’den sürdürmeye çalıştı. Ali Haydar Mekke’ye gitmeden emirlik unvanını iki yıl daha taşıyıp tahsisatını aldı. Şehir, Abdülazîz b. Suûd’un Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal burayı ele geçirdiği 16 Ekim 1924 tarihine kadar Hicaz Hâşimî Krallığı”nın idaresinde kaldı. Hâşimîler’den alınan Mekke 1932’de Suudi Arabistan adı verilen devletin önemli şehirlerinden biri haline geldi.
Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki dengelerin değiştiği farklı bir hükümet sistemi geliştirilerek mevcut yapı aynen sürdürülmüştü. Osmanlılar şerifleri görevlerinde bırakıp Mekke içindeki yetkilerini sürdürmelerine izin verdiler, yerleşmiş kuralları mümkün olduğunca az değiştirerek devamını sağladılar. Hatta kutsal beldelere ve Ehl-i beyt’e mensup olan emîr ailesine duyulan saygı dolayısıyla Mekke’deki kale ve burçlara, Osmanlı hâkimiyet alâmeti sayılan bayrağın teşhir edilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı Sultan Abdülaziz zamanına kadar Osmanlı bayrağı asılmadı. Mekke’de Osmanlı otoritesi, merkezî hükümetin tayin ettiği şeyhülharemle her yıl Mısır’dan gönderilen askerî birlik tarafından, mahallî otorite ise Osmanlı sultanının muvafakati ile göreve gelen Mekke emîri şerif ler vasıtasıyla temsil ediliyordu. Osmanlı idaresinin yerleşmesine paralel olarak bu iki görevlinin yanında Mekke’nin idarî yapısında kadı, nâzır-ı emval ve şurta vazifelendiriliyordu. Başlangıçtan itibaren Mekke’de Osmanlı nüfuzu, şehri korumanın yanında buradaki asayiş ve emniyeti tesise yönelik olarak tasarlanan askerî alanda görülüyordu. Fetihten sonra her yıl münâvebe ile gönderilen ve altı bölükten teşekkül eden, bazan Mekke emîrleri veya şehir halkı ile ihtilâflar yaşayan birliğin sayısı hac dönemlerinde 2000’e kadar ulaşıyordu. Mekke emîrinin emrinde çevredeki kabilelerle şehre mücavir olarak yerleşenlerden meydana gelen bir birlik bulunur ve Osmanlı Devleti bazan bu birlikten yarımada içerisinde çeşitli askerî faaliyetlerde faydalanırdı.
Şehir Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra bütün malî ve idarî işleri Mısır beylerbeyilerine havale edildi. Mekke’nin İdaresi Mısır üzerinden yürütülmekle birlikte görevliler merkezden atanırdı; idarecilerin masrafları Mısır hazinesinden ve Mekke emîrlerine de pay verilen Cidde gümrük gelirinden karşılanırdı. XVII. yüzyılın ikinci yansından itibaren Mısır’dan ayrılan Mekke bazan Mısır valisine bırakılan, Mekke şeyhülharemliği görevinin eklendiği Cidde sancak beyinin idaresi altına giriyordu. XVII. yüzyıldan başlayarak daha çok Habeş eyaletine bağlı olarak yönetildi. XVIII. yüzyılda Cidde eyaleti valisi, Habeş beylerbeyi ve Mekke şey-hülharemi unvanlarıyla anılan, Mekke’nin yanında Cidde, Tâif ve Medine’de otura-bilen vali tarafından idare edildi. Mısır eyaletinin veraset yoluyla Mehmed Ali Pa-şa’ya bırakılmasından sonra (1840) Mekke yeniden düzenlenen Hicaz eyaletine bağlandı. Merkezî hükümetin Mekke emîrleriyle valilerin görev ve yetkilerini açık bir şekilde belirlememiş olması sık sıkyetki anlaşmazlığına yo! açıyordu. Vehhâbîler’in Hicaz’dan çıkarılmasının ardından Mısır beylerbeyinin naibi olarak Mekke muhafızlığı tesis edildi. 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre yeniden teşkilâtlandırılan Hicaz eyaletinde Mekke vilâyet merkezi yapılarak şehirde belediye teşkilâtı kuruldu. 1869’da üyelerinin bir kısmı seçimle gelen, bir kısmı şehirdeki görevlilerden oluşan belediye meclisi teşkil edildi. Daha önce Mekke’de muhtesibin işlerini kadılar, şeyhülharemler ve bina eminleri üstleniyordu. Tanzimat sonrası yapılan düzenlemede Mekke’nin sağlık ve temizlik işlerini denetleyen özel birimler ortaya çıktı. 27 Mayıs 1840 tarihli karantina dönemine aitbir karakol nizamnâmesiyle Mekke’de sıhhiye müfettişliği oluşturuldu.
Mekke’de mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim konularında da çeşitli düzenlemeler yapıldı. Şehir Osmanlı idaresine girince buraya yeni bir kadı tayin edildi. Mekke halkının önemli bir kısmı Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere mensup olduğu için diğer mezheplerden de kadılar görevlendirildi ve Hanefî kadısı Memlükler dönemindeki gibi şer’î mahkemenin başkanlığını yürütmeye devam etti. 1910’da Adliye Nezâreti’nin şehirlerdeki mahkemeleri yeniden düzenleme isteğine Hicaz mebusları, halkının tamamı müslüman olan mukaddes şehirler için uygun düşmeyeceği gerekçesiyle karşı çıktılar. Bunun üzerine Mekke ve Medine mahkemeleri Adliye Nezâreti’nin yetki ve sorumluluğundan çıkarılarak şeyhülislâmlık makamına bağlandı. Mekke’de dinî işler Mekke emîriyle iş birliği halinde bulunan şeyhülharemler, genellikle Babıâli tarafından Mekke âlimleri arasından seçilen dört mezhep müftüsü ve geç dönemde ortaya çıkan Harem-i şerif müdürleri vasıtasıyla yürütülüyordu.
Osmanlı devrinde Mekke’nin fizikî yapısını daha önceki dönemlerde olduğu gibi şehrin ortasında yer alan Mescid-i Haram belirliyordu ve buranın bakım ve onarımı özel bir Önem kazanıyordu. Hac törenlerine uygun özel bir çevre meydana getirme girişimi yalnız Mescid-i Harâm’la sınırlı kalmıyor ve şehrin tamamını kapsıyordu. Su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i şerif merkezli olarak gerçekleştirilen sosyal ve kültürel bina .Kompleksleriyle yeni bir çehre kazandı. Abbasî Halifesi Muktedir-Billâh’tan Osmanlı hâkimiyetine kadar bazı tamir ve düzenlemeler yapılmışsa da Mekke mimari açıdan kesin şeklini, Mescid-i Harâm’a bağlı olarak yapılan düzenlemelerle II. Selim ve III. Murad dönemlerine rastlayan 1572-1581 yılları arasında aldı. Mekke’de Harem-i şerifin çevresi dışında şehri kuşatan dağ eteklerinde yoğun bir iskân vardı. Şehrin Osmanlı öncesi dönemde yapılan surlarında zaruret olmadıkça açılmayan kuzeyde Ma’lât, güneyde Mesfele ve güneybatıda Şübeyke kapıları bulunuyordu. Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için sura ilâve olarak 2001 ‘de yıktırılan Ecyâd (1781 -1783), çevresinde bedevilerin yoğun biçimde yerleştiği Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi. Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarını yansıtmaya başlayan bir merkez haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hanedan mensupları ve diğer ileri gelenlerle zengin vakıflar sayesinde idari binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, sıhhiye idareleri ve sebiller yapıldı. Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. Bunlardan biri Sokullu Mehmed Paşa’nın planını Mimar Sinan’a çizdirdiği hamam, diğeri ise Sinan Paşa tarafından yaptırılan hamamdı. Mekke’de IV. Mehmed’in zevcesi Gülnûş Sultan tarafından inşa ettirilen dârüşşifâ-nın yanında XIX. yüzyılda iki hastahane mevcuttu. Bu devirde başta Hz. Peygamber’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan bazı mekânlar korundu. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı II. Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safa tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve posta-hane gibi binalarla Mekke’nin sosyal ve kültürel yapılaşması tamamlandı.
Osmanlı devrinde sel yataklarının yollan değiştirilerek Kabe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararların en aza indirilmesine çaba gösterildi. Gerek yerli halkın gerekse hac mevsimlerinde gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Kutsal kabul edilen ve hacılar tarafından götürülen zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Aynizübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Aynihanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma. Aynizübeyde ve ona ilâve edilen Ayniza’ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.
Mekke’nin Osmanlı dönemindeki nüfus durumu hakkında XIX. yüzyıla kadar doğrudan resmî bir tesbite dayalı bilgi bulunmamaktadır. XVI. yüzyılın sonlarında verilen tahsisatlardan şehrin nüfusu 15.000 olarak tahmin edilmektedir. Hac mevsimlerinde nüfusu ikiye, üçe katlanan Mekke’nin 1816’da 100.000’den fazla bir nüfus için uygun olduğu, ancak şehrin harap ve evlerin büyük bir kısmının boş kaldığı kaydedilir XIX. yüzyılın başında 40.000 olan Mekke’nin nüfusu, Vehhâbî işgalinden sonra artan göçler, İstanbul ve Mısır’dan gelen görevlilerle 1890’da 100.000’e ulaştı. 1309 (1891-92) tarihli Hicaz Vilâyeti Salnamesi’nde ise 110.000 rakamı verilir. 1909’da Mekke’yi ziyaret eden Betenûnî tarafından verilen 50.000 Arap, 25.000 bedevî, ayrıca Buharalı, Hintli. Mağribii, Cavalı, Afgan ve çeşitli ırklara mensup olmak üzere 150.000 rakamı abartılıdır. I. Dünya Savaşı esnasında 125.000 olarak tahmin edilen Mekke nüfusu. Şerif Hüseyin’in isyanı ve Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle 1923’te 60.000’e kadar inmişti. 1865′-ten itibaren görülmeye başlanan kolera salgınları, alınan bütün tedbirlere rağmen Mekke’nin ciddi ölçüde nüfus kaybına sebep olmuştur. Mekke, Osmanlı hakimiyetindeki toprakların çeşitli bölgelerinde yaşayan insanların gitmek istedikleri bir mekân özelliği de taşır. Müslümanların burayı tercihlerinde, mukaddes yer olmasının yanında Osmanlı Devleti’nin kutsal mekânlara yönelik siyasetiyle buraya gösterdiği ihtimam rol oynamıştır. Farklı kültürlere mensup olan ve bazan şehrin yerli halkıyla ihtilâflar yaşayan bu insanlar Mekke’ye gelirken beraberlerinde mahallî âdetlerini de taşıyarak kültürel sentez oluşumuna katkıda bulundular. Mücavirlerle şehrin yerlilerinin kültürünün birlesiminden mûsiki, mimari, giyim kuşam ve mutfak alanında yeni bir Mekke geleneği doğdu. Mekke’de Osmanlı öncesinde olduğu gibi bu devirde de gayri müslimlerin ikametine izin verilmedi. Bununla birlikte bazı şarkiyatçıların farklı kimlikle şehre girdikleri bilinmektedir.
Ticarî yönden fazla gelir kaynağına sahip olmayan Mekke tarıma elverişli arazi bakımından da bölgenin en fakir yeriydi; tek geliri, şehre uğrayan ticaret kervan-larıyla hac mevsimlerinde yoğunlaşan ticarî faaliyetlere dayanıyordu. Hac mevsimleri dışında ticarî canlılık görülmeyen Mekke’de bu dönemde fiyatlar artar, ba-zan temel ihtiyaç maddelerinin eksikliği hissedilirdi. Hac mevsimlerinde Mekke’de ticaret, Arafat dönüşü birkaç gün kalınan Mina ile şehrin içerisinde bulunan iki kapalı çarşı ve çevresindeki dükkânlarda gerçekleşiyordu. En canlı pazar, Safa ile Merve tepeleri arasında yer alan ve Burckhardt tarafından İstanbul çarşılarına benzetilen Mes’â caddesinde kurulurdu. Mekkeliler büyük ölçüde, vakıflar başta olmak üzere merkezî idare ile Mısır üzerinden gönderilen kaynaklardan bir tür bağışa dayanan gelirle geçimlerini sağlıyordu. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra şehrin giderlerinin önemli bir bölümü Mısır hazinesi ve Cidde gümrük gelirlerinden karşılanmaya başlanmıştı. Mekke’ye bazan Yemen’den erzak gönderilmiş olsa da Ortaçağ’larda ve Osmanlı devrinde burada tüketilen tahılın tek kaynağı Mısır’dı. Süveyş Kanalı’nı açma teşebbüsleri de donanmanın Hint Okyanusu’na inebilmesi yanında Suriye ve Anadolu’dan mal şevkinin kolaylaştırılması ve Mısır’a bağımlılığın önlenmesine yönelikti. Bazan hac mevsimlerinde Mekke’nin yiyecek ihtiyacı Cidde Limanı’ndan karşılanamaz hale gelince Sevâkin ve Masavva’ limanlan devreye girerdi. Mekke Anadolu’nun ekonomik hayatı bakımından da Önemlidir. Hac kervanlarının gidiş ve dönüşü karşılıklı mal değişimine imkân verdiğinden Mekke imalât merkezi olmadığı halde bilhassa Hindistan’dan gelen mallar başta olmak üzere kumaş, baharat, esans, kahve gibi emtianın Anadolu’ya ulaşmasında ara merkez rolünü oynuyordu. XX. yüzyılın başlarında özellikle hediyelik eşya üretiminde gelişme sağlandı ve Mekke’de üretilerek satılan mallar yaygınlaştı. İstanbul ile Mekke arasında en önemli bağlantı noktalarından biri de Kabe örtüleriydi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında sadece iç örtüler İstanbul’da hazırlanmaya başlanmış, III. Ahmed devrinden itibaren bütün örtüler İstanbul’da dokunarak Mekke’ye gönderilmiştir. Mekkeliler’in önemli gelir kaynakları arasında hac dönemlerinde üstlendikleri rehberlik hizmetleri de bulunuyordu. “Delil” adı verilen rehberler Mekke’ye dışarıdan gelenlere kılavuzluk yaparak İhtiyaçlarıyla ilgilenirlerdi.
İstanbul ve Mısır’dan şehirdeki yerli halka her yıl düzenli olarak gönderilen surre, cevâlî, cerâye, Cidde gümrük gelirlerinin bir kısmı ve doğrudan merkezî idare ile vakıflardan yollanan tahsisatlar gibi çeşitli şekillerde para ve mal aktarılırdı. Mekke’nin sürekli sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Mısır’da Eyyûbî ve Memlûk dönemlerinden kalan vakıflar aynen muhafaza edildi. Anadolu, Suriye, Kıbrıs ve Balkanlar’da bunlara yenileri eklendi. Kanunî Sultan Süleyman’dan itibaren Haremeyn evkafı avârız-ı dîvâ-niyye, tekâlîf-i örfiyye ve öşür gibi vergilerden muaf tutuldu. Mısır’ın fethedildiği yıl Mekke’de divana kaydolan 12.000 kişiye 5000 irdeb buğdayın dağıtılmasıyla başlayan ve her yıl düzenli biçimde gönderilen zahirenin miktarı zamanla 17.000 irdebe ulaştı. Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Mekke’de mücavir olanları defterlere kaydettirerek her birine Mısır hazinesinden 100’er dinar tahsis etti. Yıllık tahsisatlarını bir defada peşin alan Mekkeliler’in yılın bir kısmında sıkıntıya düşmeleri üzerine II. Mahmud, bu usulü kaldırarak şehirde teşkil edilen müdüriyet hazinesi vasıtasıyla aylık ödeme sistemini uygulamaya koydu. Başta Hürrem ve Gülnûş sultanlarla Makbul İbrahim Paşa tarafından yaptırılanlar olmak üzere Mekke’deki imaretlerde pişirilen ve “de-şîşe” denilen çorbanın halka dağıtılması işi de sürdürülüp ilâve sadakalarla desteklendi. Bunların dışında zaman zaman Suriye ve Mısır’da toplanan verginin bir kısmı Haremeyn’e ek gelir olarak tahsis edilirdi.
Mekke, Osmanlı döneminde de İslâm dünyasının özellikle hac mevsimlerinde dinî İlimlerle uğraşan ulemâ için bir merkez olma özelliğini sürdürdü. Şehirde kültürel canlılığın korunmasında Mes-cid-i Harâm’da kurulan ilim halkaları, buraya yerleşen âlimler, Taberî, İbnü’z-Zahîre, Fâkihî, Mürşidî, Sincârî, Dahlân, Sünbül ve Abdüşşekûr gibi birkaç nesil ilimle uğraşan ve evleri birer ilim merkezi olan aileler, küttâblar, kütüphaneler, sayıları arttırılan medreseler ve bunların etrafında canlanan tasavvufî düşüncenin Önemli rolü oldu. Osmanlı devrinde Mekke’de kültürel hayatın canlı kalmasında şehre mücavir olarak yerleşen ve Anadolu, Şam, Mısır, Mağrib, Orta Asya’ya kadar geniş bir yelpazeye mensup olan âlimlerin büyük katkıları vardı. Osmanlılar miras aldıkları medreselerin ayakta kalmasını sağlamışlar ve onlara yenilerini ilâve etmişlerdir. Mekke’de bilinen en eski medrese planını Mimar Sinan’ın hazırladığı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından dört mezhep için ayrı ayrı 30.000 altın harcanarak 972’de (1464-65) inşa edilendir. Bunlardan Hanefî Medresesi’nde tefsir ve usul gibi dinî ilimlerin yanında tıp da okutuluyordu. III. Murad’ın yaptırdığı medresenin dışında meşhur Mekke medreseleri arasında Şehid Mehmed Paşa, Dâvud Paşa, Hasekiye, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Mahmudiye sayılabilir. Şehirde hac mevsimlerinde dışarıdan gelenlerin barındığı tekke, zaviye ve ribâtlarda da ilmî hareketlilik görülmekte; Kâdiriyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Rifâiyye, Celvetiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktaydı. 969’da (562) mahmil kadısı olarak Mekke’ye giden Abdurrahman Gubârî adına Kanunî Sultan Süleyman tarafından bir Nakşibendî zaviyesi inşa ettirilmişti. Evliya Çelebi, sayılarını yetmiş sekiz olarak verdiği tekkeler arasında Kaptanıderyâ Mûsâ Paşa’nın yaptırdığı mevlevîhâne ile Kadiri Dergâhı’nı şehrin en önemli tasavvuf merkezleri olarak sayar. Sayıları altmışa ulaşan müderrislerin Harem-i şerifte halka açık ders verdikleri Mekke’de Tanzimat’tan sonra modern eğitim kurumları ortaya çıktı. 1885-1886’da rüşdiye ve 1909’da idâdî, ayrıca el-Medresetü’s-Savletiyye gibi özel okullar açıldı.
Mekke’nin eğitim ve kültürel hayatının Önemli kurumlarından biri de kütüphanelerdir. Bunların en eskisi, Sultan Abdülmecid tarafından 3653 cilt kitap temin edilerek yeniden düzenlenen Mes-cid-i Harâm’daki kitaplıktır. 1278 (1861-62) seli bu kütüphaneye büyük zarar vermiştir. Mekke’de medreselere, ribâtla-ra, tekkelere ve özel şahıslara ait kütüphaneler de mevcuttu.
1887’de Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa tarafından Mekke’de Vilâyet adlı devlet matbaası kurularak Hicaz salnameleri yayımlanmaya başlandı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Hicaz adlı Arapça-Türkçe yayın yapan haftalık ilk resmî gazete Vilâyet Matbaası’nda basıldı (3 Kasım 1908). İttihatçı bir çizgiyi benimseyen ve Mekke emîrinin şehre hükmetmesini önlemeye yönelik bir anlayışı temsil eden Şemsü ‘l-hakîka isimli haftalık bir gazete çıkarıldı (16 Şubat 1909). Arapça-Türkçe yayın yapan Şemsü’l’hakîka’nın dağıtımı Şerîf Hüseyin tarafından engelleniyordu. Şerîf Hüseyin, 15 Ağustos 1916’da Hâşimî Krallığfnın resmî yayın organı olan el-Kıble adlı bir gazete çıkardı.
- Mekke Tarihi -Mekke Emirliği-
- Mekke Tarihi -Bugünkü Mekke, Nüfusu, Ekonomisi vd. Özellikleri-
- Mekke Tarihi -Literatür, Kitapları-
- Mekke Tarihi -Mekke’nin Fethi-
- Mekke Tarihi -İlim ve Kültür Hayatı, Osmanlı Devrine Kadar-
- Mekke Tarihi -İslam Fethinden Sonraki Dönem-
- Mekke Tarihi -Başlangıçtan Mekke Fethine Kadar-
- Mekke İsminin Anlamı, Eski İsmi, İsimleri,
- Mekke Tarihi -İmar Faaliyetleri, Osmanlı Devrine Kadar-
- Mekke Coğrafi Konumu, Özellikleri,
TDV İslâm Ansiklopedisi