Mendup Ne Demektir, Mendub Kelime Anlamı, Hakkında Geniş Bilgi

Şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiil anlamında usûl-î fıkıh terimi.

Sözlükte “önemli bir şeye davet ve teş­vik etmek, ölüye ağıt yakarken onun iyi­liklerini sıralamak” gibi mânalara gelen nedb kökünden türemiş bir ism-i mef ûl olan mendûb kelimesi “istenen, arzula­nan, kendisine çağrılan şey” demektir. Fıkıh usulü terimi olarak mendup şer’an yapılması kesin ve bağlayıcı olmaksızın is­tenen ve terkedümesi dinî açıdan kınanmayan işleri ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm-de aynı kökten türemiş herhangi bir kelime geçmemekte, hadislerde ise nedb ve türevlerinin sözlük anlamında kullanıldı­ğı görülmektedir.

Fıkıh usulünde dinen yapılması ve ya­pılmaması istenen fiillere bağlanan hü­kümler talebin kesin ve bağlayıcı olup ol­mamasına göre vacip (farz), mendup, haram ve mekruh şeklinde dörtlü bir ayı­rıma tâbi tutulmuş, yapılıp yapılmaması serbest bırakılanlar mubah şeklinde nite­lenmiş, böylece yükümlülük teorisi beş temel terim üzerine oturtulmuştur. Dinen yapılması istenmekle beraber terkedilme-sine ceza ve kınama sonucu bağlanma­yan durumlarda şâriin hitabı (şer’î talep) “nedb”, talebe konu olan fiil “el-mendûb ileyh” veya kısaca mendup diye adlandırı­lır. Bununla birlikte nedb ve mendup kelimelerinin eş anlamlı olarak kullanımı da yaygındır. Öte yandan bazı teklifi hükümlerde şer’î hitapla bunun fıkhî sonucu farklı terimlerle [meseiâ vacipte “îcâb” ve “vücüb” şeklinde]ifade edilebilirken mendupta her ikisi için nedb kelimesi kullanı­lır.

Fıkıh usulü eserlerinde mendup konu­su işlenirken mendubun bu beşli tasnif­te yer alan diğer kavramlardan, özellikle vacip ve mubahtan ayrıldığı noktalara işa­ret edilmekte, vahiy gelmeden önce in­san fiillerinin dinî değerlendirmeye tâbi tutulup tutulamayacağı ve mendubun emir kavramı çerçevesinde ele alınıp alı­namayacağı gibi Kelâm ve dil ile bağlan­tılı bazı tartışmalara yer verilmektedir.

Mendubun tanımı yapılırken bazı mü-elliflerce. “terkedilmesi ceza ve kınamayı gerektirmeyen” ifadesinin yanlış anlaşıl­masını önlemek için ayrıca “terki açısın­dan” kaydı eklenir. Bu izaha göre men­dubun zıddı olan bir fiilin işlenmesinin günah teşkil etmesi ayrı bir konudur ve tanımdaki bu ifade, karşıtı olan eylemle­rin mâsiyet teşkil etmesini ortadan kal­dırma anlamına gelmez. Gazzâlî, mendup tanımında vacibin muhayyer ve muvas-sa’ kısımlarını tanım dışı bırakmak üzere terki halinde herhangi bir bedele gerek bulunmadığını belirten bîr kayıt koyar. Cüveynî ve Gazzâlî, hüsün-kubuh konu­sundaki yaklaşımlarının bir yansıması olarak kendi mezheplerine mensup bazı âlimlerce yapılan “terki kınamayı gerek­tirmemekle birlikte yapılması terkedil-mesinden daha iyi olan fiil” şeklindeki tanımı eleştirirler; dinî bildirim öncesin­de haz verme ve zararı giderme yönüyle kişi için iyi olan durumlar bulunmasına rağmen bunların nedb diye adlandırılma-dığına, dolayısıyla tanıma “şer’an” kaydı­nın konması gerektiğine dikkat çekerler. Mu’tezile’ye nisbet edilen “yapılmasından dolayı failinin övgü ve saygıya lâyık oldu­ğu, yapamamasından dolayı İse yerilmeyi hak etmediği şey” biçimindeki mendup tarifi de Allah’ın lütuf ve ihsanı dahil her fiilinin aynı niteliğe sahip olmasına rağ­men mendup diye adlandınlamayacağı gerekçesiyle tenkit edilmiştir.

Fıkıh usulündeki tanımına göre men­dup çerçevesine giren durumların fıkıh literatüründe bazan eş anlamlı olarak, bazan derece farkı belirtecek şekilde de­ğişik terimlerle ifade edildiği ve bunların sözlük anlamları ile ilişkilendirilip açıklan­dığı görülür. Buna göre dinen yapılması tercihe şayan bulunma noktasında birle­şen fiillere Allah’a yaklaştıran bir davra­nış olması açısından “kurbet”, sürekli ya­pılması ve tutulan bir yol olması veya Hz. Peygamber’e nisbet edilmesi bakımın­dan “sünnet”, Allah’ın sevdiği bir fiil ol­ması açısından “müstehap”, farzlara ve vaciplere ilâve olması yönünden “nefl” (nafile) ve “fazilet”, üzerine farz olmadığı halde mükellefin kendi isteğiyle yapması açısından “tatavvu”, sevap vaad edilerek mükellefin özendirilmesi sebebiyle “muraggabün fîh” (ragîbe), dinen güzel bu­lunup teşvik edilmesi yahut sevap ve fa­zileti açıkça belirti/miş olması bakımından “nedb” (mendup), başkasına ulaşması ve ona faydalı olması açısından “ihsan” adı verilmiştir. Bazı usulcüler bu terimlerin asılsız olduğunu söylerken bazıları da bunların farklı kav­ramları anlattığını ve aralarında birta­kım derece farklılıklarının bulunduğunu belirtmiştir. Zira aynı şer’î hükümle nite­lenen fiillerde de sevap açısından farklı­lıklar vardır. Bu bakımdan anılan kavram­lar, mâna bakımından bazı farklar taşı­makta olup gerçekte mendubun birer çe­şidi niteliğindedir. Sevap yönünden olan bu farklılığa işaret etmek üzere fakihler tarafından ayrı terimler geliştirilmiş, böy­lece mendup kavramı sırasıyla sünnet. fazilet ve nafile şeklinde derecelendirilmiş, Resûl-i Ekrem’in fazlaca Özendirdiği sevap derecesi en yüksek olana sünnet, son sırada olana nafile ve tatavvu, ikisi arasında yer alana ise fazilet ve ragibe deneceği İfade edilmiştir. Hanefîler İse kesin tarzda olmaksızın dinen yapılması istenen fiilleri sünnet ve nefi kısımlarına ayırırlar. Birinci kısmın ortak özelliği öncelikli olarak Resûlullah’ın ve ardından sahabenin davranışlarının ör­nek alınmasıdır. İkinci kısım, mükellefin dinî vecîbe olmadığı halde yaparak sevap kazanacağı fiilleri ifade eder; bunlar müs-tehap, mendup, nafile, tatavvu, edep olarak da adlandırılır.

Fıkıh usulünde mendup kavramı etra­fında yapılan tartışmaların mendubun emir kapsamında sayılıp sayılmayacağı ve teklifî hükümlerden olup olmadığı mese­leleri üzerinde yoğunlaştığı görülür. Usul âlimlerinin bir kısmına göre mendup ha­kikat anlamında olmak üzere emir kapsa­mındadır. Nitekim, “Allah adaleti ve ihsa­nı emreder” mealindeki âyette [Nahl 16/90] mendup olduğu halde ihsan em­redilmiştir. Öte yandan mendubun işlen­mesine taat adı verileceğinde ittifak bu­lunmaktadır, taat ise “emre uyma” mâ­nası taşır. Bu görüşe karşı çıkan usulcülere göre mendup ancak mecazi anlam­da olmak üzere emir çatısı altına sokula­bilir. Onlar bu görüşü desteklemek için özellikle şunları delil gösterirler: Hz. Peygamber’in, “Ümmetime zor geleceğini bilmeseydim onlara her namazda misvakı emrederdim” mealindeki hadisinden anla­şıldığı üzere  misvak mendup olmakla beraber emre­dilmiş değildir. Yine Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nİn azatlı cariyesi Berîre’ye eski ko­cası Mugis b. Cahş ile evliliğini devam et­tirmesi konusunda, “Ona dönsen olmaz mı?” dediğinde Berire, “Ey Allah’ın resu­lü! Bana emir mi buyuruyorsunuz?” diye sormuş, Hz. Peygamber de, “Ben sadece aracılık ediyorum” deyince Berîre, “Öy­leyse benim kendisine ihtiyacım yok” ce­vabını vermiştir. Bu olaydan, Resûlullah’ın Berîre’ye eski eşine dönmesi için yaptığı teşvikin emir niteliği taşımadığı, dolayısıyla mendubun emir olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca emir kesin biçimde bir şeyin yapılmasını istemektir ve bunda muhayyer tutma söz konusu değildir. Nedb İse işlenmesi ve terkedilmesi muhayyer tutulan şeydir. Mendup emredilmiş olsaydı onu işleyene emre itaatkâr, terkedene ise emre itaat­siz denmesi gerekirdi. Halbuki mendubu terkedene âsi denemez. Bedreddin ez-Zerkeşî, burada “me’mûr bin” (emredilmiş) denirken tar­tışmanın “yap” şeklindeki emir kipi değil “buyurma” anlamına gelen “emr” lafzı bağlamında yapıldığına dikkat çeker. İmâmü’l-Haremeyn-el-Cüveynî İse mendubun gerekli (muktezâ) olduğunu kabul etmekle birlik­te her muktezânın emredilmiş olarak ni­telenmesine karşı çıkmakta, bu konudaki tartışmaların lafzı ve yararsız olduğunu savunmaktadır. Buna karşılık bazı usulcüler, bu tartışmanın özellikle râvilerin, “Hz. Peygamber şöyle emretti” tarzındaki ifa­delerinin anlamını belirlemeye ışık tut­ması açısından yararlı ve önemli olduğu­nu söyler. Öte yandan mendubun emir kavra­mı içinde ele alınması bu kapsamdaki fiil­lerin İlk vaktinde yapılması, tekrar etme­si gibi literatürde genellikle vacip üzerin­den yürütülen tartışmaların mendup bakımından da yapılmasını beraberinde getirmiştir.

Mendubun teklifî hükümlerden olup olmadığı da tartışılmış, konuya “teklif” kelimesinin “külfet ve meşakkat” anlamı içermesi ve mendupta fiilin işlenmesiyle terkedilmesi arasında muhayyer bırakma özelliğinin bulunması açısından bakan usulcüler mendubun teklifi hükümlerden sayılamayacağını ileri sürmüştür. Bunun­la birlikte mendubun gereklilik içeren (iktizâî) hükümlerden olduğu genel kabul gören bir husustur.

Mendupla ilgili diğer bir tartışma konu­su da mendup bir ibadete başlanıp yarım bırakılması halinde bunun tamamlanma­sının gerekip gerekmediği meselesidir. Hanefî ve Mâlikîler, tıpkı adakta olduğu gibi başlanılan mendup bir ibadetin ta­mamlanmasını ve bozulması halinde ka­za edilmesini vacip sayarken Şafiî ve Han-belîler hac ve umre dışındaki mendup iba­detlerin başlamakla bağlayıcı hale gelme­yeceğini, kişinin istemesi durumunda ya­rıda bırakabileceğini ve kazasının da ge­rekmeyeceğini savunur.

Bir fiilin mendup olduğu ya naslardaki açık ifadelerden yahut karinelerden an­laşılır.

1. Bir fiilin işlenmesinin sâri’ tara­fından tasvip ve teşvik edildiğini, fakat bağlayıcı olmadığını gösteren bir ifadenin kullanılması. Meselâ Hz. Peygamber. İslâm’ın mahiyeti hakkında çeşitli soru­lar soran bir bedeviye İslâm’ın beş vakit farz namazı kılmak, ramazan orucunu tutmak ve farz olan zekâtı vermek oldu­ğunu söylemiş; bedevî bu ibadetlerin her birinden sonra, “Başka bir yükümlülü­ğüm var mı?” diye sorunca Resûl-i Ek­rem, “Hayır! Ancak tatavvu olarak yap­man müstesna” demiştir. Bu ha­diste işlenmesi bağlayıcı bir tarzda iste­nen fiillerin farz olan miktardan fazla iş­lenmesi olumlu karşılanmış, fakat tatav­vu şeklinde nitelenerek zorunlu sayılmadığı açıkça belirtilmiştir.

2. Emir sîgası kullanılmakla beraber bunun bağlayıcı olmadığını gösteren bir karinenin bulun­ması. Fıkıh usulü eserlerinde emir sîgasının mutlak kullanımı halinde mendupiuk ifade edeceği görüşünü ileri süren bazı usulcülerin bulunduğu kaydedilmekle be­raber usulcüler arasında genel kabul gö­ren anlayışa göre emir sîgası vücûb ifade eder ve mendupluğa yorumlanabilmesi karîneye bağlıdır. Bu karîne herhangi bir nas olabileceği gibi genel fıkıh kaidelerin­den biri veya fiilin terkine ceza bağlan­maması şeklinde bir belirti de olabilir. Bu duruma, “Ey iman edenler! Belirli bir sü­reye kadar birbirinizle bir borç ilişkisi kur­duğunuz zaman onu yazın” mealindeki âyette [Bakara 2/282] geçen “yazın” emri örnek gösterilebilir. Çünkü daha sonra gelen âyetteki, “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen taraf emanetini tastamam yerine getirsin” ifa­desi[Bakara 2/283] bu emrin bağlayıcı olmadığını gösteren bir karinedir.

Mâlikîler’den Şehâbeddin el-Karâfî, vaciple mendup çatıştığı zaman vacibin takdim edilmesi genel kural sayılmakla beraber istisna olarak bazı konularda mendubun vacipten daha faziletli olabi­leceğine işaret ederek mendupları iki kıs­ma ayırmıştır. Birinci kısmı vaciplerin ta­şıdığı maslahatlardan daha az maslahat içeren menduplar oluşturur ki çoğunluğu bu şekildedir. İkinci kısım ise vaciplerden daha büyük maslahat içermesi sebebiyle onlardan faziletli olan menduplardır. Me­selâ zor durumda bulunan borçluya müh­let vermek vacip, alacağından vazgeçerek onun borcunu silmek ise menduptur ve bu örnekte mendup fiili işlemek vacipten daha faziletlidir.

Şâtıbî menduplann vacipler için hazır­layıcı ve hatırlatıcı bir role sahip olduğu­na, öte yandan münferit olarak ele alın­dığında mendup bir fiilin bütünü itiba­riyle vacip hükmünü alabileceğine, zira dinî sembol (şeâirü’d-dîn) niteliğindeki mendup hükümlerin mükellef veya top­lum tarafından tamamıyla terkedilmesinin dinin fert ve toplum hayatındaki ko­numunu olumsuz etkileyeceğine dikkat çeker.

Fakihler, mendup ve vacibin “mükelle­fi Allah’a yaklaştırmak” şeklinde özetle­nebilecek ortak bir amacı bulunmakla beraber bu iki tür fiil arasındaki kavram­sal sınırların korunmasına özen gösteril­mesi gerektiğini belirtmişlerdir. Aksi hal­de kişilerin dinî yükümlülükleri hakkında karmaşa yaşanabilir ve bu durum top­lumdaki istikrar ve güveni sarsabilir. Çün­kü inanç bakımından vaciple mendubu birbirine eşit tutmanın, yani vacip olmayan bir şeyin vacip olduğuna inanmanın bâtıl sayıldığı konusunda âlimler arasın-‘ da ittifak bulunmaktadır. Bu sebeple bir şeyin gerçek anlamda mendup olarak yerleşebilmesi için onun söz, fiil, inanç ba­kımından vaciple eş tutulmaması, eğer söz veya fiil bakımından vaciple aynı mua­meleye tâbi tutulmak istenirse herhangi bir inanç ilkesini ihlâl etmemesine dikkat edilmesi ve özellikle toplumda davranış­ları örnek alınan kimselerin mendup olan bedenî bir ibadeti yapmak istemeleri ha­linde bu ibadeti sürekli yapmamaları ge­rektiği ifade edilmiştir. Ancak Zerkeşî, bu görüşü İmam Mâlİk’e ve Şâfiîler’den Ebû İshak el-Mervezî’ye nisbet ederek halkın vâcipliğine inanacağı endişesiyle mendubun terkediiemeyeceğini söyler, ayrıca bid’atçıların alâmeti haline gelen bir mendubun terkedilip edilmeyeceği konusunda­ki tartışmaya yer verir. Diğer taraftan Şâtıbî, emir ve ya­saklara Allah’a yakınlaştırıcı veya O’ndan uzaklaştırıcı olmaları açısından bakan sûfîlerin talebin gereğini yerine getirme bakımından vaciple mendup, mekruhla haram arasında pratikte bir ayırım yap­madıklarına, hatta bazılarının tasavvuf yolunda ilerleyen sâlike mendubu vacip, mekruhu da haram olarak tanıttığına temas ettikten sonra onların bu tutumu halktan gizli tutmaları halinde yukarıda belirtilen sakıncaların söz konusu olma­dığını, ancak bu noktaya gereken özenin gösterilmemesinin yanlış anlamalara ve olumsuz yorumlara kapı araladığını ifa­de eder.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski