Metafizik Nedir, -Felsefede- Filozofların Görüşleri, Hakkında Bilgi

Metafizik. Var olması bakımından varlığı konu edinen, fizik ötesi sebepler ve bilginin ilkelerini araştıran felsefe disiplini.

Terimin bir felsefe disiplininin adı olu­şunda, bu disiplinin konusu, problemleri ve terminolojisinin bir bütünlük içinde be­lirlenmesinde Aristo’nun Metafizika adlı eseri yönlendirici bir rol oynamıştır. Rodoslu Andronikos, Aristo’nun bu eserine “Fizika’dan sonra gelen” anlamında Meta ta Physika adını vermiş, zaman içinde bu isim fizik ötesi varlık ve bilgi alanını ifade eden bir terime dönüşmüştür. Aristo bu eserinde araştırma alanını ilk felsefe fprote philosophia), teoloji (theologia, theologike) ve bazan da hikmet (sophia) olarak adlan­dırmaktaydı Ancak filo­zofun metafiziği bir teoloji olmanın öte­sinde var olması bakımından varlığı konu edinen bir ontoloji olarak ele aldığı bilin­mektedir. Terimin İslâm’ın klasik çağından itibaren ifade ettiği anlam da Aristo ve Metafizika adlı kitabıyla ilgili olmuştur. Eser, tercüme faaliyetleri esnasında fi­zik ötesi kastedilerek Mâ ba’de’t-tabia adıyla Arapça’ya çevrilmiş ve terim meta­fizik disiplininin adı olarak da İslâm dün­yasında kullanılmaya başlanmıştır. Ancak klasik çağın müslüman filozofları Aristo’­nun yer verdiği ilk felsefe (felsefe-i ûlâ), teoloji. [ilm-i ilâhî, ilâhiyyât]hikmet(el-hikme, el-hikmetü’l-mutlaka) tabirlerini de me­tafizik karşılığı olarak kullanmışlardır.

Tarihî gelişimi bakımından metafiziğe Özgü araştırmanın başlangıcı Parmeni-des’e kadar gitmektedir. Çünkü o, varlık felsefesini tabiat filozofu gibi empirik ve­rilere değil mantığın ilkelerine ve kavram­ların analizine dayandırmıştır. Öğrencile­rinden Zenon, gerçeği fizikçi yaklaşımıyla kavramanın mantıksal problemlerini dile getirerek onun metafiziğine eleştirel kat­kılarda bulunmuştur. Anaxagoras, Parmenides’in varlığın birliği tezine tama­men zıt bir görüşe ulaştığı ve yönteminde gözleme de yer verdiği halde onun koz­molojisi esas itibariyle Parmenides’inki gibi a priori nitelik arzeder. Levkippus ve Demokritos gibi filozofların atomculuğu ise fiziksel bir teori olarak değerlendirilir. Ünlü idealar teorisiyle neredeyse özdeş olan Eflâtun metafiziği, fizikçi yaklaşımdan vazgeçip tümellere yönelme ve on­lardaki eşyaya dair hakikati tahkik et­me yöntemine dayanmaktadır. Öğrenci­si Aristo metafiziğin merkezine varlık ve birlik kavramlarını yerleştirmiştir. Disip­linin konusunu var olması bakımından varlık fto on he on) şeklinde belirleyen fi­lozof problemlerini de eserinin “Beta” ki­tabında sistematik biçimde sıralamıştır. Bu problemler arasında sebepleri kendi açılarından in­celeyen diğer ilimlerle metafiziğin ilişkisi özel bir vurguya sahip görünmektedir. Onun tahlil ettiği bütün bir varlık zinciri içinde muharrik gök akılları ve “kendisi hareket etmeyen ilk hareket ettirici” (Tanrı) teolojik varlık alanını oluşturmak­tadır. Ancak Tanrı, fizik evreni açıklama çabasının sonucu olarak Fizika’nm seki­zinci kitabında da ele alındığı ve ispatlan­dığı için bu mesele sadece me­tafiziğin problemi değildir. Yeni Eflâtun­culuğun öncü ismi olan Plotin, varlığı bir­lik kavramıyla neredeyse ozdeşleştırerek her şey kendi birliğini “bir”den türettiği ve bu yüzden varlıkta bir hiyerarşi oluş­tuğu İçin onun metafiziği mistik ve çileci bir niteliğe sahiptir. Yeni Eflâtuncu me­tafizik daha sonra Ortaçağ felsefesine ol­dukça güçlü etkilerde bulunacaktır.

Metafizika’nın Arapça’ya tercüme edilmesi müslümanları müstakil ve sistematik bir felsefe di­siplini olarak metafizik ve onun termino­lojisiyle tanıştırmıştır. İlk İsiâm filozofu Kindî, Aristo’nun kullandığı terime uygun şekilde Fi’î-Felsefeti’l-ûiâ adını verdiği kitabında metafiziğin bu adı alışıyla te­mel meselesinin ilk gerçek ve ilk sebep yani Tanrı oluşu arasında paralellik gör­müştür. Nitekim filo­zof teolojik metafiziğini “sebeplilik-ger­çek sebep” ve “birlik- gerçek bir” kavram­ları üzerine inşa etmiştir. Ebû Bekir er-Râzî’nin Fârâbî. İbn Hazm, İbnü’l-Heysem gibi düşünürlerce eleştirilmiş olan Kitâbü ‘l-‘İlmi’l-ilâhî adındaki metafizik kita­bı İsiâm dünyasındaki en marjinal görüş­leri kapsamaktadır. İhvân-ı Safa ise metafiziğin araştırma alanını teoloji, akıl ve nefis gibi fizik ötesi varlıkların bilgisi, nebevî ve ah­lâkî yönleriyle siyaset metafiziği olarak belirlemektedi.

Fârâbî’ye göre metafiziğin araştırma alanı var olmaları bakımından varlıklar ve onlara ilişkin şeyler, matematik, man­tık ve fizik gibi özel ilimlerde kullanılan ka­nıtların dayandığı İlkeler ve nihayet cisim olmayan, cisimde de bulunmayan varlık­lar şeklinde üç kısımdan oluşmaktadır. Filozof, Aris­to’nun Metafizika “yi yazma amacını dile getirdiği ve metafiziği teolojiden (ilm-i tevhîd) ibaret zannedenlere karşı açık bir uyarıda bulunduğu eserinde disiplinin tü­mel fküllî) niteliğini de vurgulamıştır. Fârâbî’den son-ra yaşamış olan ve Kindî ekolünün litera­türünü izlediği anlaşılan Hârizmî, termi­nolojiye dair ünlü kitabında Grekçe karşı­lığını “tâvlûcyâ” (theologia) şeklinde verdiği metafiziğin maddeden ayrık varlık­ları inceleyen en yüksek ilim olduğunu be­lirtmekte, müslüman kelâmcıların bazı metafizik terimleri kullandığının farkına varmakla birlikte teoloji ve kelâmı birbi­rinden ayrı mütalaa etmektedir. İbn Sînâ-nın henüz genç yaşlarında iken Metafi-ziTca’yı okuduğu, fakat ne maksatla yazıldığını ancak Fârâbînin Garazu Aristotâlîs adlı eserini inceledikten sonra kav­radığı bilinmektedir. Gutas, “ilm-i ilâhî” adıyla anıian metafiziğin İbn Sina’da Fâ-râbî’nin zikrettiği “ilm-i tevhîd” (kelâm il­mi) çağrışımı yapmasının ve eserde Tanrı hakkında pek az şey bulmasının bu tec­rübeyi yaşamasında etkili olduğu düşün­cesindedir.

İbn Sînâ, adlı felsefî külliyatı­nın son kitabı olan el-İlâhiyyât’a yazdığı girişte metafizik hakkındaki yanlış kana­atleri gidermek amacıyla disiplinin konu­su ve problemlerini geniş biçimde ele al­maktadır. Bu yanlış kanaatlerin başında Tann’yı metafiziğin konusu sanmak gel­mektedir. Bu karışıklığa bir ilmin konu­suyla (mevzu) araştırma problemleri (me-tâlib) arasındaki farkın bilinmemesi yol açmaktadır. Bir ilmin konusu araştırmaya ve ispata ihtiyaç duymaksızın kabul edil­miş gerçeklik olduğuna, Tann’nın varlığını ispat etmek gerektiğine ve bu ispat da yalnızca metafizikte yapılabileceğine gö­re Tanrı metafizikçinin konusu değil is­pat yoluyla bilmek istediği varlık olmak­tadır. Fizik kitaplarında Tann’dan bahse­dilmesi Tanrının fiziğin konusu ya da problemi olduğunu göstermez, fizikçinin metafiziğe faziadan bir atıf yaptığı anla­mına gelir. İbn Sînâ, benzeri bir yaklaşım­la fizik ötesi sebeplerin de metafiziğin ko­nusu olamayacağını ortaya koyar. Ancak bu metafizikçinin variığın sebep-sebepli şeklindeki durumunu bir problem olarak araştırıp ispat etmeyeceği anlamına gel­mez. Aynı şekilde tümel-tikel, bir-çok, mümkin-zorunlu, güç-fiil gibi variığa ka­tılan genel nitelikler de metafiziğin prob­lem alanı içindedir. Özel ilimler bu kavramlara kendi açıklamala­rında başvurur, ancak onları kendileri için konu ve problem edinmez. Varlığa katılan bu gene! nitelikler de metafiziğin prob­lemleridir. Asıl önemlisi, var olan şeylerin bir kısmını sınırlı açıdan ele alan özel ilim­lerin gene! bir varlık analizini konu edin-memesidir. İşte var olması bakımından varlığı temel konu olarak öngören ilim, cedel ve safsata gibi öteki tümel sanat­lardan tamamen ayrı düşünülmesi gereken metafiziktir. Varlık zihnin en genel kavramıdır ve metafizikçi bedîhî olarak kabul ettiği varlığın gerçekliğini ayrıca araştırıp ispatlamaya girişmez. Mutlak anlamıyla varlık metafiziğin temel konu­su olunca geriye bu varlığın analizi eşliğin­de araştırılacak veya ispatlanacak fizik ötesi sebepler, ilk sebep (Tanrı), varlığa katılan genel ontolojik kavramlar ve özel ilimlere ait metafizikle ilgili kavram ve il­kelerin araştırılması kalmaktadır.

Aristo metinlerini ruhuna sadık biçim­de yorumlama konusunda belirgin bir he­defi bulunduğu bilinen İbn Rüşd, üstadı­nın Metafizika ‘sına yazdığı küçük ve bü­yük şerhte metafiziği bir disiplin olarak tanıtan açıklamalar yapmıştır. Küçük şer­hinde filozof metafiziğin özel ilimlerle, bilhassa fizikle ilişkisini ele alırken İbn Sînâ’yı da eleştirir. Filozofa göre ayrık ilke­lerin varlığından söz etmek. İbn Sina’nın sandığının aksine fizikçi için üzerine vazi­fe olmayan bir çaba olmayıp, zorunludur. Çünkü kurucusu Aristo’nun da belirttiği gibi metafizik, hareket ettiricilerin sayı­sını astronomiden nasıl alıyorsa ilk ilke­nin hareket ettirici olmak bakımından varlığını da fizikten zorunlu olarak alır ve O’nun hareket ettiricilik yönünü araştır-maksızın konu edinir. İbn Rüşd’e göre İbn Sina’nın fizik dahil bütün özel ilimlerin konularına ait ilkelerin metafizikte araş­tırıldığı hakkındaki görüşü yanlıştır ve esasen bu anlayış İskender Afrodisî’ye ait bir yorumun müphemüğinden kaynaklan­maktadır. Fizikçinin işi hareketli cevherin maddî ve muharrik sebeplerini araştır­mak iken sûrî ve gâî ilkelerini araştırmak metafizikçiye düşmektedir. Esas itibariy­le muharrik, sûrî ve gâî terimleri farklı sebepleri ifade etmeyip bu ilkelere yöne­len bakış açılarının farklılığını ortaya ko­yar. Aynı ayrık ilkelere fizikçi muharrik ol­ması bakımından, metafizikçi de sûrî ve gâî sebep olması yönünden yaklaşır. Do­layısıyla metafizikçi, ilk ilkenin kendisi hareket etmeyen- ilk muharrik olduğuna dair açıklamayı fizikçiden almak duru­mundadır ve bunda felsefenin burhan yöntemi bakımından bir yanlışlık yoktur. Yanlışlık İbn Sînâ’nın bu bakış açısı farkını kavrayamamasında yatmaktadı.

Metafizik disiplini kelâm bilginleri İçin de felsefeyle kurdukları ilişkinin tarzıyla yön kazanan bir çabanın konusu olmuş­tur. Meselâ İbn Hazm. Kindî’nin Fi’l-Felsefeti’l-ûlâ’sma yönelttiği eleştirisini Tan-n’ya sebep denip denmeyeceği gibi bir meseleye dayandırmıştır. Ancak İslâm filo­zoflarının metafizik anlayışına kökten bir eleştiri Gazzâlî’den gelecektir. Düşünüre göre filozoflar sırf akla dayalı olarak geliş­tirdikleri metafizik sistemlerinde man­tıkta öngördükleri kesinlik şartlarına uy­mamışlardır. Aralarındaki İhtilâflar ve sis­temlerinin ihtiva ettiği tutarsızlık bunun açık bir göstergesidir. Sonuçta onların zan ve tahminden ibaret olan belirli me­tafizik görüşleri dine temelden aykırıdır. Metafizik meseleleri kavramak için ma­tematik bilmeyi ön şart olarak ileri sür­meleri bir aldatmacadır. Mantık bilme şartı ise zaten kelâm İlmi geleneğinde yerine getirilmektedir. Esasen metafizik meselelerde insan aklına dayalı kesin bil­giye ulaşmak mümkün değildir. Bu durumda küllî bir din ilmi olan ve yine var olanı konu edinen ke­lâm aklî bir ilim olarak metafiziğin yerini alacaktır. Onun izleyi­cisi Fahreddin er-Râzî. metafiziği kelâm ilmi bünyesinde sistematik bir disiplin olarak kurmak amacıyla yoğun gayretler sarf etmiştir. Râzî, fizik ve metafiziğe dair meseleleri bir arada ele almak amacıyla yazdığı el-Mebûhişü’l-meşrikiYye adlı eserinde (II, 557) genel ontolojik kavram­ların analizinden başlayarak cevher-araz meselesini incelemiş, daha sonra da teo­lojiye yönelmiştir. Onun “teoloji problem­leri” anlamında el-Meîâlibü ‘i-câ!iye mi­ne ‘l-Hlmi’1’ilâhî adını verdiği hacimli eserinin konusu da “Allah Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları” şeklinde belirlenmiştir. Bu eserlerin İbn Sînâ metafi-ziğiyle oian derin münasebeti Râzî’nin metafiziği Sünnî kelâm geleneğinin temel fikirlerine sadık kalarak, fakat yine İbn Sînâ standardında yeniden kurma ama­cını yansıtmaktadır. Bu yönüyle Râzî, Gaz-zâlî’nin kelâm anlayışını belli bir düzeye getirmiş, kendisinden sonra gelen Adudüddin el-îcî ve onun büyük şârihi Seyyid Şerîf el-Cürcânî’ye de yol açmıştır. Nite­kim Cürcânî’nin Şerhu’l-Mevâkıf’ı ince­lendiğinde bir yüksek ilim olarak kelâma tahsis edilen kitabın yazım planı İtibariy­le el-Mebâhiş ile belirgin paralellikler ta­şıdığı görülmektedir. Cürcânî’ye göre bu ilmin konusu, felsefî metafizik (ilm-i ilâhî) gibi mutlak varlık veya var olması bakı­mından varlık olarak belirlenecekse bu durumda kelâm ilminin İslâmî ilkelere, metafiziğin ise felsefî aklın ilkelerine dayandığı özellikle vurgulanmalıdır. İbn Haldun, mutlak varlığı konu edinen metafiziğin İslâm dünyasındaki gelişimini aktarırken müteahhirîn kelâmının gerek konusu ge­rekse problemleri itibariyle metafizikle nasıl aynı disiplin haline geldiğini ve Râ-zî’nin el-Mebâhişü’I-meşrikıyye’siyle pekiştirilen süreçte kelâm eserlerinin yu­karıda belirtilen plana göre nasıl tertip edildiğini açık biçimde vurgulamaktadır.

Kindî’den İbn Rüşd’e metafiziği Aris­tocu yaklaşımın aklî yöntemleriyle inşa etmek isteyen filozofların yanı sıra İbn Sînâ’nın “Doğu hikmeti” kavramından açıkça İşrâkî bir an­lam çıkaran ve dolayısıyla metafizik bil­giyi mistik tecrübeyle İrtibatlandıran İbn Tufeyl, İbn Seb’în ve Şehâbeddin es-Süh-reverdîgibi filozoflar da mevcuttur. Bun­lardan Sühreverdî son kadîm temsilcisi­nin Eflâtun olduğuna inandığı bir gelene­ği izleyerek “Meşşâî” dediği bilgi ve varlık anlayışını mistik aydınlanmaya dayalı me-tafiziğiyle (hikmetü’l-işrâk) aşmak iste­miştir. Kendisi felsefede nazarî araştır­manın belli bir anlam ve değeri bulundu­ğunu kabul etmekle birlikte mistik tecrü­beye dayalı hikmet yöntemini metafizik bilgiye ulaşmanın gerçek imkânı Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin. tasavvuf düşüncesine yeni bir boyut kazandıran varlığın birliği (vahdet-i vücûd) öğretisi de esas itibariyle bir metafiziktir. “İlâhiyyât” ve “İlm-i ilâhî” terim­leriyle ilâhî varlık düzeylerini veya ona ait bilgiyi kasteden İbnü’l-Arabî bu bilgiye sırf nazarî ve fikrî bilgiyle değil zevk ve keşif yoluyla ulaşılabileceğini savunmaktadır. Düşünüre göre Eflâtun el-ilâhî gibi felsefe tarihinde nâdir rastla­nan örnekler İstisna edilecek olursa ta-savvufî zevk ve keşif yoluna sırtını dön­müş filozofların sırf akla dayalı yöntemle ilâhiyyât alanında kesin bilgiye ulaştıkları iddia edilemez. Ancak bu değerlendirme, felsefe teriminin haksız biçimde kötü şöhret kazanmasıyla değil müslüman ke-lâmcıların da dahil olduğu bütün nazarî yöntem yanlılarının metafizik meseleler­de isabetten çok hata etmeleriyle ilgilidir. Onun talebesi olan Türk düşünürü Sadreddin Konevî ise tasavvuf metafiziğini konusu, ilkeleri ve problemleri sistematik biçimde belirlenmiş bir ilm-i ilâhî olarak kur­ma teşebbüsüyle dikkat çekmektedir.

Modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes modern anlamdaki metafiziği de başlatan filozoftur. Felsefeyi kökleri metafizik, gövdesi fizik, dallan da öte­ki ilimler olan bir ağaca benzeten Descartes’a göre hiçbir metafizik iddia matematik öner­meler kadar açık ve seçik, doğruluğu geo­metrinin postülaları kadar şüphe götürmez yahut onun teoremleri gibi ispatla­nabilir olmadıkça kabul edilemez. Meta­fiziği de içine alan bu yeni kesinlik ve il-mîlik kriteri, Spinoza’nın geometriye da­yandırılmış metafiziği ve Leibnitz’in mo-nadolojisinde görüldüğü gibi Kanfa ka­dar birçok filozofça izlenecektir. Kant’ın metafizikle ilgili ele aldığı temel mesele bu disiplinin ilmî olup olamayacağı, bu­nun da ötesinde metafiziğin mümkün olup olmadığı, eğer mümkün değilse me­tafiziğe dair kadîm soruların ne anlam ta­şıdığı olmuştur. Kanfa göre metafizikçi-lerin kullandığı zaman, mekân, sebepli-lik, ruh ve Tanrı gibi kavramlar aklî yapı­mıza ait a priori formlardan ibaret oldu­ğu için onların dış dünyadaki gerçekliğiy-le ilgili tezler asla kanıtlanamaz. Teorik akıl için metafiziği imkânsız gören Kanfa karşılık Hegel varlık ve mantığın ilkelerini özdeşleştirmiş ve metafiziğe kurumsal bir alan açmıştır. Martin Heidegger, Descartes’ın metafiziği felsefe ağa­cının kökleri sayan benzetmesinden ha­reketle. “Felsefe ağacının kökleri hangi toprakta tutunur?” sorusunu sormuş, böylece metafiziğin ne olduğunu ortaya koymayı ve ilkelerin ilmi kabul edilen metafiziğin hangi temel üzerinde dur­duğuna açıklık getirmeyi amaçlamıştır. Eflâtun’dan beri metafizik, Heidegger’e göre “var olanı var olan olarak” konu edinmek suretiyle var olanla varlık ara­sındaki bağı koparıp atmıştır. Dolayısıyla gerçek felsefî düşünme metafiziğin te­meline geri dönerek yola koyulmalı ve onu aşmalıdır. Filozof Sein und Zeit adlı eserinin böyle bir yolculuğa çıkışı ifade ettiğini ve bu eserde yapılan işin temel ontoloji olduğunu belirtmektedir. Mantıkçı pozitivistlerin. metafizik önermeleri bilimin sınanabilirlik kriteri dışında görerek anlam­sız saymaları. Kari R. Popper’in bu ekole yönelttiği itirazlar bi­lim ve metafizik ilişkileri hakkındaki tartışmalara yeni boyutlar getirirken Alfred North VVhitehead, Tanrı-âlem-insan iliş­kilerini süreç felsefesine dayandırmış, onun fikirleri Charles Hartshorne gibi sü­reç filozoflarına, süreç metafiziğinin bilim ve teolojiyle ilişkisini yeniden ele alan lan G. Barbour’a  ve David Rey Griffin’de gözlendiği gibi postmodern te­oloji anlayışlarına İlham kaynağı olmuş­tur. Ezelî hikmet ya da gelenek olarak adlandırılan özellikle Abdülvahid Yahya (Rene Cuenon) ve îsâ Nûreddin (Frithjof Schuon) gibi müslüman Batılı düşünürlerin kaleminde çağdaş ifadesine bürünen bâtınî (tasavvufî) metafiziğin Batılı ente­lektüel çevrelerde oldukça yankı uyan­dırdığı bilinmektedir. Bu ekole bağlı mü­elliflerden Huston Smith’in geleneksel metafizik, modern bilim ve postmodern teoloji hakkında Griffın ile girdiği tartış­ma, farklı tasavvurlar için bir diyalog im­kânı bulunduğunu haber vermektedir. Ancak metafiziğe modern bilim açısından yaklaşan bazı görüşler bu disiplinin araş­tırdığı cevher, gerçeklik, bir bütün olarak evrenin varlığı, İlk ilkeler gibi meselelerin bilimsel araştırma alanına bir ölçüde in­dirgenebildiğim ve dolayısıyla metafizikçiye gerek kalmayacağını ima etmekte­dir. Eğer meta­fiziğe yönelik bu yaklaşım bütün bilme ve anlama imkânlarını özel bilimlerin epis-temolojik sınırlarına çekmek ve bütün düzeyleriyle varlığın anlamını keşfe çıka­cak insanın fiziğe indirgenmiş bir ontolo­jiyle yetinmesini istemek anlamına ge­liyorsa İnsanoğlunun metafiziğe olan vaz­geçilmez ihtiyacını vurgulayan görüşler  tekrar güncellik kazanacak demektir.

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski