Millet Nedir, İslamda, Kuranda Millet Kavramı, Hakkında Bilgi

İbrânîce ve Ârâmîce’de melel “konuş­mak, söylemek”, mille de “kelime, söz” mânasına gelir. Bununla da ilişkili olarak Arapça’da “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki imlâl (imlâ) kökün­den türeyen millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi ve yazılması bakımından “din” karşılığında kullanılmış, ayrıca keli­meye “izlenen, gidilen yol” mânası veril­miştir Bu çerçevede “el-milletü’l-İslâmiyye [el-milletü’l-Muhammediyye] el-milletü’l-Yehûdiyye, el-milletü’n-Nasrâniyye” veya “milletü’l-İslâm, milletti İbrâhîm, milletü’l-Mesîh [milletü’n-Nasrâniyye] milletü Yehûd [milletü’l-Yehûdiyye] milletü’l-Mecûs, milletü’s-Sâbie, milletü’l-hak, milletü’t-tevhîd, milletü’l-küfr” gibi tamlamalarda belli dinleri ifa­de eder. Kelime, muhtemelen daha son­raları kendisine sosyal bakımdan yükle­nen anlamdan da etkilenip modern dö­nemde Batı’daki “nation” kavramının karşılığı olarak Türkçe ve Farsça’ya geç­miş ve bu dillerde tamamen sosyolojik ve siyasal bir içerik kazanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de millet kelimesi biri Hz. İbrahim, İshak ve Ya’küb’a nisbet edilmek suretiyle, yedisi,”millet-i İbrâ­hîm” şeklinde olmak üzere on beş yerde geçmektedir. Millet-i İbrâhîm terkibinin yer aldığı âyetlerde Resûl-i Ekrem’in tebliğ et­tiği dinin özü bakımından Hz. İbrahim’in diniyle aynı kabul edildiği hususu vurgu­lanmakta, gerek yahudilerin ve hıristiyanların gerekse Araplar’ın saygı gösterdiği İbrahim milletinin ayırt edici özelliğinin Hanîflik ve tevhid İnancı olduğu bildiril­mektedir.[Âl-i İmrân 3/95; Nahl 16/ 123] Bir âyette “mille-i âhire” ifadesiyle [Sâd 38/7] Hıristiyanlık veya Kureyş’in ata­larının dinine, diğerlerinde ise bâtıl dinle­re [Bakara 2/120; A’râf 7/88, 89; Yû­suf 12/37; İbrâhîm 14/13; Kehf 18/20] atıfta bulunulmaktadır.

Hadislerde millet kelimesi Kur’an’daki anlamları yanında “doğuştan getirilen özellikler, fıtrat” mânasında da geçmek­tedir. Bütün çocukların İslâm milleti üzere doğ­duğunu, ancak daha sonra başka dinleri benimseyecek şekilde eğitilebildiklerini ifade eden hadisin bazı rivayetlerinde millet yerine “fıtrat”ın geçmesi iki kavramın eş anlamlı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Ha­dislerde ayrıca İbrahim milletinden ve onun hanîf ve müslim olduğundan bah­sedilmekte Hz. Muhammed’in ashabının İbrahim milletini takip ettiği belirtilmektedir. Bir kısım ha­dislerde “Abdülmuttalib’in milleti” ve “Resûlullah’m milleti”  tabir­leri de geçmektedir. Hıristiyanların ve ya­hudilerin yetmiş iki fırkaya (millet) ayrıl­dığını, müslümanların ise yetmiş üç fır­kaya ayrılacağını, bunlardan sadece biri­nin kurtuluşa ereceğini bildiren rivayette görüldüğü gibi  hadislerde bir dinin mensupları ara­sındaki gruplar için fırka yanında millet de kullanılmıştır.

İslâmî literatürde millet kelimesinin, “Allah’ın kulları İçin kitaplarında ve pey­gamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklinde yer alan tanımıyla din ve şeriat­la eş anlamlı olduğu belirtilmekte, ancak bakış açısına bağlı olarak aralarında fark bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Al­lah’ın koyduğu kurallar bakımından mil­let, onları yerine getirenler bakımından din kelimesinin kullanıldığı, ayrıca millet tabirinin Allah’a veya diğer insanlara değil sadece onu tebliğ eden peygambere nisbet edildiği, dolayısıyla “Allah’ın dini, Zeyd’in dini” denildiği halde “Allah’ın mil­leti, benim milletim, Zeyd’in milleti” de­nilmeyeceği millet ve şeriatın Allah’ın kullarından yapmalarını istediği, dinin ise Allah’ın emrinden dolayı kulların yaptığı şey olduğu şeriata ken­disine uyulması bakımından din, üzerin­de birleşip bir araya gelinmesi bakımın­dan millet adı verildiği Allah’ın koyduğu prensiplerin bunları ‘nun adına bildiren kimseye nis-betle millet ve bunlarla amel eden kim­selere nisbetle din diye anıldığı söylenmiştir.

Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, şeriattan farklı olarak millet ve din adının fürû hüküm­lerine değil tevhid, adi ve ihlâs gibi temel unsurlara (usul) verildiğini Sıddîk Hasan Han, şer’ ve şeriatın bir peygamber tarafından getirilen ilâhî esaslara ve daha çok cüz’î ahkâma teka­bül ettiğini, küllî usul için mecazen kulla­nıldığını, buna karşılık millet kelimesinin Allah’a, meleklere, peygamberlere ve ki­taplara iman gibi usul için hakiki, fürû için mecazi anlamda geçtiğini, bunda ne­sih ve peygamberlere göre farklılık söz ko­nusu olmadığını belirtir. Kavram yönünden şeriat ve millet arasındaki farkı aynı şekilde tesbit eden Âlûsî dinin bu çerçevede milletle eş anlamlı sayıldığını, ancak Allah’ın koydu­ğu prensiplere insanların kabulü açısın­dan din denildiğini, çünkü kelimenin kö­künde “boyun eğme, itaat” anlamı bulun­duğunu söyler. Bu tanım ve açıklamalardan millet, din ve şe­riat kelimelerinin eş anlamlı olmakla bir­likte ilâhî prensipler bütününe Allah’ın koyduğu kurallar olması bakımından mil­let ve şeriat, kulların itaati ve yerine ge­tirmesi bakımından din denildiği, ayrıca peygamberlere ve zamana göre değişme­yen temel prensipler için din ve millet, değişebilen cüz’î hükümler İçin şeriat ke­limesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Bazı âlimler, milletin diğer eş anlamlı kavramlarla arasındaki farkını dinin top­lum hayatındaki merkezî rolüne vurgu ya­parak açıklamaya çalışmışlardır. Gazzâlî insanın varlığını sürdürebilmesi için be­lirli, âdil ve toplayıcı bir esasa dayanan karşılıklı yardımlaşma ve himayeye, dav­ranış ve ilişkilerinin iyi ve doğru olacağı bir toplum içinde yaşamaya muhtaç bu­lunduğunu, bu toplumu oluşturma key­fiyetine millet ve şeriat denildiğini  Şehristânî, insanla­rın gerek hayatlarını sürdürmek gerekse âhirete hazırlanmak için birlikte yaşama­ya ihtiyaç duyduklarını, bu sosyal yapının yardımlaşmayı ve birbirini himaye etmeyi sağlayacak biçimde oluşması gerektiğini ve birlikteliğin bu şekildeki teşekkülüne millet denildiğini belirtir. Dolayısıyla millet bir toplumun etrafında birleştiği ve üzerinde yürüdüğü, sosyal varlığının kendisine dayandığı temel esas­lar ve izlenen yoldur. Buna göre toplumu meydana getiren fertlerin kendisine mil­let denmez; cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet(ehl-i milleti’l-İslâm, ehl-i mille­ti’n-Nasrâniyye) adı verilir. Ancak millet ke­limesi mecazen “ehl-i millet” anlamında da kullanılır ve bir dine mensup kimseler kastedilir. İslâm kaynak­larında diğer din mensupları, kendi özel adlarıyla veya millet kelimesiyle terkip oluşturarak anılmaları yanında “taife” (topluluk, grup, cemaat) kelimesiyle terkip halinde de anılırlar.(tâifetü’l-Yehûd, tâifetü’n-Nasârâ gibi)

Din âlimlerinden başka İslâm filozofla­rı da millet kavramını ele alıp incelemiş­lerdir. Fârâbî milleti, “bir topluluğun baş yöneticisinin koyduğu şartlarla mukayyet görüş ve davranışlar” diye tanımlar. Bu topluluk bir aşiret veya şehir olabileceği gibi “ümmet” vb. daha büyük insan toplulukları da olabilir. Buna göre inanç ve davranış ilkelerini ifa­de eden millet küçük, orta ve büyük siya­sî birimlerin ortak yasa ve yasalar bütü­nünü ifade eder. Böyle bir topluluğa hük­meden yönetici erdemli olursa onun yö­netimi ve dolayısıyla koyduğu “millet” de (inanç ve davranışlar bütünü) erdemli olur. Bir topluluğun mutluluğa ulaşması er­demli millete tâbi olmasıyla mümkündür. Erdemli milleti meydana getiren inanç­lar Allah’ın varlığı, âlemin yaratılışı, pey­gamberlerin hak oluşu ve ahlâklı davra­nışa kadar bütün temel dinî inanç ilkele­rini kapsar. Baş yönetici, erdemli milletin kurallarını ya doğrudan vahiy alarak ya da bu vahiyden kendisinin yaptığı çıka­rımlar aracılığıyla koyar. Vahiyle bildirilen kurallar kendi başlarına mütekâmildir. Yöneticinin ya da bilge kra­lın vahiyden yaptığı çıkarımlar ise yöneti­cinin gayreti ve Allah’ın yol göstermesiyle mümkün olur. Burada birinci kısım pey­gamberin aldığı vahye, ikinci kısım onun sünnetine tekabül eder. Bu açıklamalar­dan sonra din ve millet kelimelerinin he­men hemen eş anlamlı olduğuna işaret eden Fârâbî “vahyedilmiş inanç” mâna­sında din, millet ve şeriat kelimelerinin de aynı anlama geldiğini belirtir. “Erdemli millet” başlığı altında toplanan inanç ve davranışlar nazarî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır ve bu yönüyle felsefeye ben­zer. Nazarî konular milletin fikir ve inanç, amelî kısım ise ahlâk ve hukuk boyutları­nı oluşturur.

İlk dönemlerden itibaren müslüman-lar, kendi idareleri altında bulunan farklı dinlere mensup toplulukları tanımak için çeşitli araştırmalar yapmışlardır. Dinler tarihi alanındaki “milel” literatürü bu ça­banın ürünüdür. “İlmü’l-milel” (dinler ta­rihi ilmi) terkibi terim haline gelmiş, bu literatürde millet kelimesi daha çok se­mavî dinler ve onları takip eden gruplar, “hevâ” ise beşerî dinler ve felsefeler için kullanılmıştır. Bu konuda İbn Hazm ve Şehristânî’nin çalışmaları en çok tanınmış olanlarıdır. Şehristânî, eserinin mu­kaddimesinde belirttiğine göre milletin kurucusu (Allah) tarafından görevlendiri­len peygamber İddiasının doğruluğunu mucizelerle kanıtlayan şahıstır. En büyük millet Hanîfiyye olarak da adlandırılan İbrahim milletidir.(Hac 22/78) Şeriat, millet, minhâc ve sünnetler Hz. Muhammed ile kemale ermiştir.(Mâide 5/3) Dinleri vahye da­yanıp dayanmamalarına göre tasnif eden Şehristânî İslâm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik ve Hinduizm’deki mezhepler. Yunan ve İslâm felsefesindeki ekoller ve putperest dinler hakkında bilgi vermiştir. Ancak onun tanıttığı dinler sadece müslümanların yönettiği coğrafyadaki din­lerdir. İbn Hazm’ın el-PaşJ’ında da aynı durum görülmektedir.

İslâm’ın evrensel bir din olması ve inanç konusunda baskıyı yasaklaması sebebiyle diğer din mensupları, İslâm toplumu için­de din Özgürlüğünden faydalanarak ser­bestçe yaşama imkânına kavuşmuşlardır. Müslüman hukukçuları, gerek devletin vatandaşı olan gayri müslimler (zimmî) gerekse yabancı gayri Müslimlerin (müste’men) hukukî statüleri, temel hak ve görevleri, kazaî ve hukukî Özerklikleri, inanç ve din özgürlüğü, müslümanlarla sosyal ilişkileri gibi hususlarda kendi dö­nemlerine uygun çözümler ortaya koy­maya çalışmışlardır. Bu çerçevede bil­hassa velayet, evlenme, şahitlik, miras, vasiyet, kısas, diyet gibi konularda din ay­rılığının müslümanla gayri müslim ara­sında veya gayri müslimlerin kendi arala­rındaki ilişkilerde ne ölçüde etkili oldu­ğu, dolayısıyla İslâm dışındaki dinlerin tek millet sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. İslâm’ın diğer dinlerden ayrı bir millet ol­duğu hususunda ittifak bulunmakla bir­likte diğer dinlerin (küfrün) tek millet sa­yılıp sayılmadığı ihtilâf konusudur. Bâtılda birleşme bakımından bunların tek millet olduğunu ileri sürenlere göre din ayrılığı bu ilişkilerde gayri müslimler arasında bir engel teşkil etmez; diğer dinleri inanç farklılıklarına bağlı şekilde ayrı ayrı mil­letler sayanlar ise müslümanlarla olduğu gibi onların kendi aralarındaki ilişkilerde de din ayrılığını engel görürler. Fukahanın karşılıklı münasebetlerini kurallara bağ­ladığı din temeline dayalı vatandaşlık ve azınlık hukuku anlayışı, Osmanlı Devieti’-nin son zamanlarında ve modernleşen di­ğer İslâm ülkelerinde terkedilmiş, vatan­daşlık din esasına dayanmaktan çıkarıl­mış, zimmî kategorisi ilga edilmiştir; böylece müslüman ve zimmî arasında millet farkından doğan hukukî sonuçlar da ortadan kalkmıştır.

Modern dönemde Batı’da ortaya çıkan “nation” kavramı Türkçe ve Farsça’da millet kelimesiyle karşılanmış, böylece millet terimi İslâmî literatürde taşıdığı dinî içeriğinden soyutlanarak salt sosyo­lojik ve siyasal bir kavram halini almıştır. Bir devletin millet esasına dayalı olması gerektiği düşüncesi XIX. yüzyılda Batı’da, XX. yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’­de hâkim siyasî düşünce durumuna gel­miştir. Ancak milletin tanımı ve ölçütü konusunda her dönemde siyasî yaklaşım­lar ışığında farklı nazariyeler ortaya atıl­mıştır. Dil, din, coğrafya, ortak tarih ve vatandaşlık gibi unsurların tek başına ve­ya birkaçı bir arada milliyetin ölçütü ol­ması gerektiği hususunda tartışmalar ya­pılmıştır. Bununla beraber modern dö­nemde “bir milletin bir devletle aynîleşmesi” anlamına gelen milliyetçilik akımı, kitleleri milliyet duygusu etrafında top­layıp harekete geçiren en önemli unsur kabul edilmiştir. John Locke İngiltere’de, Jean-Jacques Rousseau Fransa’da, Giuseppe Mazini İtalya’da, Johann Gottfried von Herder Almanya’da ve Ziya Gökalp Türkiye’de milliyetçilik düşüncesinin öncüsü olarak görülür. Milliyetçilik, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Asya ve Afrika’da da hızla yayılmış­tır. Türkiye’de Atatürk, Mısır’da Sa’d Zağlûl ve Cemal Abdünnâsır, Çin’de Sun Yat -sen gibi liderler bu süreçte rol oynamıştır. I. Dünya Savaşı’nın ardından Milletler Li­gi, II. Dünya Savaşı’nın ardından Birleş­miş Milletler Teşkilâtı dünyada milletler arasında iş birliğini ve barışı sağlamak amacıyla kurulmuştur.

  • Osmanlı’da Millet Sistemi Nedir, Hakkında Bilgi

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski