Molla Fenari Düşüncesi, Fikirleri, Hakkında Bilgi

Molla Fenârî’nin düşüncesi genel olarak mantık, tefsir usulü, fıkıh usulü ve metafizikle ilgili eserlerinde ifa­desini bulmuştur. İslâm düşünürlerinin yeni sentezlere yöneldiği hareketli bir dö­nemde yaşayan Fenârî, Moğol istilâsı ve Haçlılar sonrası İslâm dünyasının yeniden toparlanmaya çalıştığı ilmî ve fikrî orta­mın güçlü bir temsilcisidir. Muhakkikler (muhakkikon) olarak bilinen âlimlerin ye­tiştiği bu ortamda fikirleri teşekkül eden Fenârî dinî ve lisanı ilimleri, Fahreddin er-Râzi’nin metafiziğini ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf metafiziğini bir büyük sentezde uyumlu hale getirmeyi dene­miştir. Onun ilmî kişiliği, Anadolu’da filiz­lenmeye başlayan ve giderek Osmanlı ilim zihniyetinin temelini oluşturacak olan medrese-tekke bütünlüğünü kendinde temsil etmiş ve mutasavvıf – âlim tipinin Dâvûd-i Kayserî’den hemen sonraki ör­neklerinden birini ortaya koymuş olması bakımından da önem arzetmektedir. Molla Fenârfnin ilmî projesinde mantık, din İlimleri metodolojisi ve tasavvuf metafizi­ği birbiriyle çelişmeden ilişki içine sokul­muştur. Usul ilmi mantıkla bütünleştiği gibi tasavvuf da şer’î ilimlerle tam bir uz­laşma halindedir. Ayrıca bu ilim anlayışın­da vahdet-i vücûd metafiziğinin de man­tık yöntemlerine dayalı bir ifadeye bürün­dürülmesi amaçlanmıştır. Dolayısıyla onun düşüncesinde klasik İslâm düşüncesinin beyân (dinî bilgi), burhan (aklî kanıt) ve ir­fan (tasavvuf metafiziği) şeklinde isimlen­dirilen araştırma alanları birbirini bütün-leyen bakış açılarını ifade etmektedir.

Taşköprizâde Ahmed Efendi, metafi­zik el-ilmü’l-ilâhî sahasındaki teorik ve tasavvufî bilgi edinme yollarından söz ederken bu ikisi arasında bir geçişlilik bulunduğunu ve nefsin arındırılmasına dayalı tasavvuf yolunun Anadolu’daki en büyük temsilcisinin Fenârî olduğunu be­lirtmektedir. Bu tesbitle ima edil­mek istenen şey Fenârî’nin İbnü’l-Arabî tarafından ortaya konan tasavvufî görüş­leri benimsemesidir. Nitekim Fenârî, İbnü’l-Arabî’nin bir dörtlüğüne yazdığı kü­çük bir şerhte vahdet-i vücûd ontolojisi­nin temel önermelerini açıkça göstermiş­tir. Bu Önermelerin vurguladığı ana fikre göre gerçek varlık birdir ve Allah’tır. 0’ndan başka her şeyin mevcudiyeti, ger­çek varlığın ezelden beri ilminde bulunan ilk örnek ya da aslî gerçekliklere a’yân-ı sabite, hakâikl göre tesbit edilmesinden ibarettir. Bu varlığın taşıdığı isimler onun âlemle olan ilişkisini tanımlar ve nes­nelerin hangi varlık düzeyinde gerçeklik kazanacağını belirler. Esasen Sadred-din Konevî’nin Miftâhu’l-ğayb’ına Miş­bâhu’l-üns adıyla yazdığı şerh Fenârî’­nin vahdet-i vücûd metafiziğiyle irtibatı­nın mükemmel bir göstergesidir. Ayrıca Sadreddin Konevî, eserinde tasavvuf me­tafiziğini felsefî terminoloji bakımından da anlamlı olacak şekilde konusu, ilkeleri ve problemleri bakımından yeniden inşâ etmek istediği için Fenârî’nin şerhiyle bu özgün girişime yeni açılımlar kazandırdı­ğı söylenebilir. Fenârî tarafından, “insan gücünün sınırları içinde hak olan Allah’ı yaratıklarla ilişkisi ve âlemin O’ndan ne­şet etmesi bakımından bilmek” şeklinde tanımlanan metafiziğin konusu varlık ve­ya ontolojik anlamıyla Hak, dolayısıyla da Hakk’ın varlığı olarak belirlenmekte, ilke­leri ilâhî isimler, problemleri ise bu isim­lerin varlık mertebelerinde nasıl tecelli ettiği, kısacası Hak ile âlem arasındaki ilişkinin nasıl gerçekleştiği şeklinde ortaya konmaktadır. Bu ontolojik yaklaşımla paralel­lik gösteren bilgi anlayışına göre tasav­vuf metafiziğinin ilke ve problemleri hak­kında gerçeği öğrenme ahlâkî arınma yo­luyla, bu yol da benzer bir hali daha önce yaşamış arifin delaletiyle olabilir. Eğitim yoluyla aktarılan bilginin arif tarafından akla uygun yöntemlerle verilmesi müm­kün olduğu gibi bilgileri alan kimse de bunların kesinliğine hükmetmek için mantıkî yollara her durumda ihtiyaç duy­mayabilir. Bu bağlamda Fenârî’nin vurgu­ladığı ana fikir, metafizik ilkelerin ancak İlâhî sırlara vâkıf olan âriflerce bilinebildi­ği ve dolayısıyla metafizik meseleler hak­kında onların söz sahibi olduğu şeklinde­dir. Ayrıca ariflerin tasavvuf doktrinlerini akla uygun biçimde aktarması, bu bilgi­lerin esasen teorik yöntemin ölçütü sayı­lan mantığa indirgenebileceği anlamına gelmediği gibi belirli Ölçütlerden mah­rum bulunduğu yahut hiçbir ölçüte vu­rulamayacağı anlamına da gelmemekte­dir. Aksine, her bilgi ve varlık düzeyi için yeni ve izafî mânalar kazanan çeşitli öl­çütler söz konusudur. Konevi’nin anılan ese­rinde vahdet-i vücûd ile teorik felsefi yahut kelâm metafizik arasında gözlemlenecek ter­minolojik ortaklıkların tasavvufla ulaşılan yüksek hakikatlere teorik çabayla ulaşıl­dığı anlamına gelmediği, ortak bir termi­nolojinin kullanılmasının sadece tasavvuf doktrinini akla uygun bir ifadeye büründürme amacına yönelik olduğu vurgulan­maktadır. Fenârî’nin de aynı entelektüel tavra sahip çıktığı, Konevî’nin yolunu izle­yerek teorik ve tasavvufî yollar arasında bir köprü oluşturmak istediği anlaşılmak­tadır. Nitekim şerhinin tam adındaki “bey-ne’1-ma’kül ve’l-meşhûd” ibaresi “miftâ-hu’I-üns” tabiriyle anlam bütünlüğü için­dedir ve müellifin akla dayalı bilgiyle keş­fe dayalı bilgiyi aynı metinde yakınlaştır­ma amacını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Fenârî, yine Konevî’nin ana fi­kirlerini takip ederek metafizik alanında teorik yöntemi önemli saymakla birlikte insanın hata yapabileceğini ifade etmiş, kesin bilgi için izlenmesi gereken yönte­min tasavvufî müşahede olduğunu savun­muştur. Keşfe dayalı yöntem nihaî olarak âlemde mev­cut nesnelere değil doğrudan doğruya Allah’ın varlığına yöneliktir. Çünkü eşyanın son gerçekliği onun Allah’ın ezelî bil­gisinde taayyün etmiş ilk örneklerle aynı olduğundan ontolojik gerçekliğe ulaşmayı ve Allah’a yönelişi ge­rektirmektedir. Arif bu yönelişte aklının sağlayabileceği bütün verileri, bütün ilke, kural ve kanunları aşarak, akılla tanım­lanmış soyut ve tümel kavramların öte­sine geçerek ontolojik gerçekliği aşkın bir düzeyde kavramış olmaktadır. Fenârî’nin tanıttığı bu yönte­min bir bakıma XX. yüzyıldaki fenome-nolojiye ve buna dayalı varlık felsefesine öncülük ettiği söylenebilir. Eşyanın aslî gerçekliğini Allah’ın ilminde nasıl ise öy­lece bilmek şeklinde belirlenen bir gaye­nin teorik yöntemi metafizik için dışarı­da bırakmasından ötürü Fenârî teorik aklı eleştirmekte ve bunu tasavvuf meta­fiziğine özgü bilgiye akılla ulaşılabileceği kanaatini geçersiz kılmak için yapmakta­dır. Kendisinin, Konevî ile birlikte meta­fizik meselelerin teorik kanıtlarla ortaya konamayacağını belirtirken dayandığı ge­rekçeler teorik hükümlerin, süjeye ait ba­kışın niyet, inanç, yetenek gibi farklılıkla­ra göre değişmesi veya bakış açısına gö­re değişiklik göstermesi, bunun ötesinde teorik aklın iki çelişkili hükümden birinin yanlışlığını kanıtlayıp çelişkiyi her durum­da giderememesi veya çelişen fikirler için birbiriyle yenişemeyen kanıtlar ortaya ko­yabilmesi şeklindedir. Esas itibariyle teorik aklın sınırları içinde kala­rak kendisini aşamayacağı ve İlâhî olanla irtibat kuramayacağı yolundaki bir ana fikre dayanan bu eleştiri, modern Batı fel­sefesinin kendine özgü yapısına rağmen Immanuel Kantin teorik akla yönelttiği eleştirileri ve HegeHn ontolojiK bir mut­lak akıl kavramıyla Kant’ı aşma çabasını hatırlatmaktadır. Fenan tarafından ol-dukça sistematik biçimde dile getirilen bu eleştirel tavır aslında teorik aklın inkârı anlamına gelmemekte, aksine, insan ak­lının kendi işleyiş alanı ve sınırları içinde hem kavramsal gerçekliğe ulaşmak hem de şer’î ilimleri temellendirmek bakımın­dan vazgeçilmez Öneme sahip olduğunu ifade etmektedir.

Bu sebeple, Fenârî’nin Fatiha sûresini tefsir etmek için yazdığı eserin başlangıç sayfalarında te­orik bilginin epistemolojisine yönelik ola­rak İbn Sînâcı duyumlar ve idrak psikolo­jisinin terimlerine dayalı tanım ve çözüm­lemelere yer verilmiş olması şaşırtıcı de­ğildir. Ayrıca Fenârî, Beyzâvî’den hareket­le temei din ilimlerini akaide ilişkin olarak kelâm ilmi, zahirî amellere ilişkin olarak fıkıh ilmi (usul dahil) şeklînde tasnif eder­ken bu şemaya, manevî halleri amelî açı­dan ele alan tasavvuf ilmiyle ontolojik ger­çekliği konu edinen mükâşefe ilmini de dahil etmektedir. Gazzâiî’-den beri süregelen ve tasavvufu şer’î ilim­lere katmayan bu anlayış Fenârî’nin ilim anlayışında da görülmektedir. Sadreddin Konevî’nin İ’câzü’l-beyân lî tevîli ümmi’l-Kur’ân adlı Fatiha sûresi tefsirin­den de yararlanılarak kaleme alınmış bir­kaç paragrafta ise Kur’an lafzının zahirî ve bâtınî mânaları üzerinde durulmakta ve anlam düzeyleriyle varlık düzeyleri ara­sındaki ilişKi, rahman ve rahîm isimleri­nin farklı anlam düzeyleri örnek verilmek suretiyle ortaya konmaktadır. Dolayısıyla hem genel ilim anlayışı hem özelde tef­sir anlayışı bakımından şer’î ilimle tasav-vufî bakış açısı birbirini bütünlemiş ol­maktadır.

Fenârî’nin düşüncesinin ifade edildiği diğer bir alan fıkıh usulüdür. Bu sahada telif ettiği Fusûlü’i-bedây/11 adlı eser bir bakıma Fahreddin er-Râzî sonrası düşün­cesinin bazı temel özelliklerini taşır. Küllî kaideleri tesbit ederek bundan cüz’î ku­ralları çıkarmak bu düşüncenin en önemli unsurlarındandır. Diğer taraftan nakil ve akıl arasında tam bir uyum oluşturmaya yönelik olan bu yöntemde aklî açıklama tavrı alabildiğine öne çıkmaktadır. Fenâ­rî ile birlikte Osmanlı düşüncesinin nere­deyse artık temel yönelişi haline gelecek olan metafizik düşüncede naklî ve aklî bilgiyi irfanî bir düzeyde telif etme çaba­sı, söz konusu fıkıh usulü olduğunda ye­rini aklî yaklaşımın daha çok öne çıktığı bir yönteme bırakmakta, Fenârî fıkhî iç­tihadı tamamen kendi çizgisi ve yöntemi içerisinde ele almaktadır. Her ne kadar Fuşûlü’l-bedâyi’de yer yer metafizik meseleleri de tartışmakta veya mesele­leri bir metafizikçi üslubuyla ele almakta ise de usul alanında keyfîliğe yol açma ih­timali olan söz ve ifadelerden uzak dur­muştur. Esîrüddin el-Ebherî’nin îsâğü-cf’sine yazdığı el-Fevâ’Jdü’î-Fenâriyye adlı şerhin baş tarafı mevcudu bir cihet­ten kendine konu edinerek mevzu, rne-bâdî ve mesâi! yönünden farklılaşmak suretiyle müstakil disiplin haline gelen ilimleri, insan şahsiyetini bölmeden ve in­sanın varlıkla irtibatını koparmadan tah­sil etme imkânını sağlayan bir ilim anla­yışını felsefî olarak temelJendirdiği için daha sonra “Cihet-i Vahde” başlığı altında müstakil risale haline getirilip şerh ve haşiyeye konu edilmiştir. Molla Fenârî, bu düşüncelerini Fuşûlü’l-Bedâyi’öe (I, 4-6) fıkıh usulünü ele alırken tatbik etmiş, özellikle burada, bir ilmi ilgili olduğu alan­lardan koparmadan nasıl ele almak ge­rektiğini gösterdiği gibi bir ilmin diğer ilimlerin elde ettiği neticelerden nasıl istifade edebileceğini de göstermiştir.

Molla Fenârî’nin kendisinden önceki en­telektüel birikimden yararlanma husu­sunda kapsayıcı bir bakış açısına sahip ol­ması, farklı ya da çatışan düşünce gele­neklerini birbiriyle uyuşacak tarzda yeni­den ele alabilmesini sağlamış ve daha yüksek bir düzeyde gerçekleştirilecek bir sentezi düşünürün asıl gayesi haline ge­tirmiştir. Din ilimleri olarak fıkıh ve ke­lâm, felsefî analiz ve teorik kanıtlama yöntemi olarak mantık, vahdet-i vücûd metafiziği olarak tasavvuf bu düşünce sisteminde dinî ve aklî meşruiyet sorunu yaşamadan bir arada bulunmaktadır. Bu yaklaşımıyla Fenârî kendisinden sonraki Osmanlı düşünce ve ilim hayatına yön vermiş şahsiyetlerden biridir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski