Kültürlü bir aile çevresinde dünyaya gelen Muhammed b. Abdülvehhâb öğrenimine babasının rehberliğinde başladı. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra Hanbelî âlimi Muvaffakuddin İbn Kudâme’nin fıkha dair eserlerini okudu. Bilgisini geliştirmek amacıyla Mekke’ye gitti; burada arzuladığı ilmî havayı bulamadığı için Medine’ye geçti. Bu şehirde karşılaştığı Hanbelî âlimi Abdullah b. İbrahim b. Seyf en-Necdî onun en Önemli hocası olmuştur. Muhammed b. Abdülvehhâb. İbn Teymiyye anlayışı çerçevesindeki yeni Hanbelîlik ekolünü destekleyen Abdullah b. İbrahim’den Kütüh-i Sitte ile birlikte İmam Mâlik’in el-Mu-vatta’mı, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’lerini okuyup icazet aldı. Medine’deki diğer hocaları arasında Muhammed Hayât es-Sindî, Muhammed b. Süleyman el-Kürdî, Şeyh Ali Efendi ed-Da-ğıstânî ve Abdüllatîf el-Afâlikî el-Ahsâî gibi âlimler sayılabilir. Daha sonra Basra’ya giden ve orada uzun süre kalan Muhammed b. Abdülvehhâb, Muhammed el-Mecmûrden dil bilimleri, hadis ve siyer tahsil etti. Çok karışık dinî grupların bulunduğu bu şehirde Şîa ve çeşitli İslâm fırkaları hakkında bilgi edinme imkânı buldu. Özellikle halkta görülen velîlere ibadet derecesindeki hürmetin tezahürleri ve bunun sünnetle bağdaştırılmayan uygulamaları kendi tezini ileri sürmesine zemin hazırladı. Burada ortaya koyduğu fikirlerinden dolayı kendisi ve hocası şehirden uzaklaştırıldı.
Muhammed b. Abdülvehhâb, bir süre Lahsâ’da Abdullah b. Abdüllatîf eş-Şâfiî’nin yanında kalarak ondan faydalandı, ardından Hureymilâ’ya geçti. Bu şehirde bir taraftan babasının tefsir ve hadis derslerine devam ederken diğer taraftan İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin eserlerini incelemeye koyuldu. Bu eserler ufkunu genişlettiği gibi İslâm dışı akımlarla mücadele gücünü de arttırdı. Çevresinde toplanan öğrencilere verdiği dersler yanında ilk eseri olan Kitâbü’t-Tevhîd’i burada kaleme aldı.
İbn Abdülvehhâb, ilk Hanbelî âlimlerinden ve bilhassa İbn Teymiyye’nin doktriniyle kısmen İbn Kayyim el-Cevziyye’nin fikirlerinden etkilenmiştir. Onun Hanbelîler tarafından Ehl-i sünnet’e uymadığı tesbit edilen Şîa. Mu’tezile ve Haricîler gibi fırkalara karşı düşmanca duygular beslediği yazılarından anlaşılmaktadır. İbn Abdülvehhâb’a göre peygamberlerin ve semavî kitapların gönderilme sebebi olan tevhid “tevhîdü’r-rubûbiyye, tevhîdü’l-ulûhiyye (tevhîdü’l-ibâde), tevhîdü’l-es-mâ ve’s-sıfât” olmak üzere üç bölümde ele alınmalıdır. Birinci nevi tevhid yaratma, rızık verme ve kâinatı idare etme gibi fiillerinde Allah’ı birlemektir. Gerek müslümanlar gerekse gayri Müslimler Allah’ın bu nevi fiillerinde bir ve tek olduğunu kabul ederler. Tevhîdü’l-ulûhiyye sadece Allah’a ibadet etmek demektir. Resûl-i Ekrem zamanında müşrikler de rubûbiyyet tevhidini benimsiyorlardı, ancak onların bu durumu ulûhiyyet tevhidini kapsamıyordu. Peygamberler, kavimlerini yalnız Allah’ın rızık veren ve kâinatı idare eden bir yaratıcı olduğu anlamındaki tevhid inancına çağırmıyor, özellikle ibadetin münhasıran O’nun için yapılması gerektiğini önemle vurguluyorlardı. Muhammed b. Abdülvehhâb, İbn Teymiyye’nin, “İbadet Allah’ın sevdiği ve razı olduğu her türlü sözü, ayrıca zahir ve bâtın amelleri ihtiva eden bir kavramdır” şeklindeki tarifine uyarak dua etme, manevî alanda yardım isteme, adakta bulunma ve tevekkül etme gibi hususları da ibadet saymış, bunların sadece Allah için yapılması gerektiğini belirtmiştir. Yardım istemede birincisi hastanın şifa bulması, insan gücünü aşan bir sıkıntının bertaraf edilmesi, hidayete ulaştırma gibi sadece ilâhî kudretin yeteceği şeyler, diğeri ise karşılıklı yardımlaşma çerçevesinde İnsanların üstesinden gelebileceği hususlar olmak üzere iki ayrı şekilde değerlendirilebilir. Yardımın sadece yaşayan insandan taiep edilmesi gerekir. Kişinin müslüman kardeşinden kendisi için dua etmesini istemesi de caizdir; fakat ölmüş bir kimseden veya yanında bulunmayan birinden (şeyh, imam) istekte bulunulması şirk sayılır. Bu sebeple dünya hayatında kendisiyle Allah arasına vasıta ve şefaatçi koyma, birinin manevî gücüne sığınma gibi dua çeşitlerinin hepsi reddedilmelidir. Halk arasında velî diye tanınan kimselerin kabirlerini ziyaret için seyahatte bulunmak, türbelerine dilekler asmak, isimlerini tazim ifadeleriyle anmak, onlardan duaların kabul edilmesini talep etmek şirktir. Mu’-tezile ve Haricîler gibi şefaati reddedenlerle onu Peygamber’in sahip olduğu bir hak şeklinde düşünenlere karşı olan Muhammed b. Abdülvehhâb’a göre Resû-luilah’ın sadece sâlihler için değil ümmetinin âsileri için de kıyamet gününde Allah’tan şefaat izni isteyeceği ve onların bu sayede cennete gireceği birçok hadiste belirtilmiştir. Fakat şefaat yalnız Allah’a ait olup Resûl-i Ekrem ancak O’nun izniyle şefaat edebilecektir. Bundan dolayı Peygamber’in şefaatine nail olabilmek için şefaatin Allah’tan İstenmesi gerekmektedir. Ashabın Resûlullah’ın duası ile Allah’a tevessül etmekten anladığı şey onun sağlığında caizdi; vefat ettiğinde ise bunu bırakmışlar ve amcası Abbas’tan kendileri için dua etmesini istemişlerdir. Muhammed b. Abdülvehhâb yaygın sûfi telakkilerine karşı çıkarak gavs, aktâb, evtâd, abdal gibi manevî rütbeleri reddetmekte ve bunları haram bid’atlardan saymaktadır.
Tevhidin isimler ve sıfatlar sistemiyle tamamlanacağını söyleyen İbn Abdülvehhâb’a göre Kur’an ve hadislerden oluşan naslarda yer alan isim ve sıfatların benimsenmesi gerekir. Bu sebeple, “Allah cisim, cevher yahut arazdır” diyen kimse bid’atçı olduğu gibi aksini söyleyen de bid”atçıdır. Ayrıca Allah’ın sıfatlarını sayı ile sınırlandırmayıp naslarda geçenleri olduğu gibi kabul etmeli ve bunların hakikatine inanmalıdır. Muhammed b. Abdülvehhâb kabir ziyaretini iki kısma ayırır. Meşru ziyaretin âhiretin hatırlanması, ölülerin unutulmaya terkedilmemesi ve onlar için Allah’a dua edilmesi amacına dayandığını söyler. Buna karşılık ölülerden yardım ve şefaat istenmesi için yapılan ziyaretlerin haram olduğunu belirtir. Ayrıca kabirlerde mescid inşa ederek buralarda ibadet maksadıyla toplanmak, bu tür ziyaretler için yolculuğa çıkmak -Hz. Peygamber’in kabri de olsa- caiz değildir.
İbn Teymiyye’nin, dinin tevhide ve Allah’ın koyduğu esaslara göre ibadet ilkelerine dayandığı düşüncesinden hareket eden Muhammed b. Abdülvehhâb, başta Sünnîlik bünyesine sokulan kelâm ilmini ve naslara dayandırılmak istenen tasavvufun bütün şekillerini, ayrıca taklidi şiddetle eleştirir, bunları bid’at olarak değerlendirir. Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker konusunda yine İbn Teymiyye’nin etkisinde bulunmasına rağmen düşüncelerinin uygulanması hususunda onu geride bıraktığı görülür. Zira İbn Teymiyye bu görevin yapılabilmesi için mâruf ve münkerin bilinmesi, tatbikatta nezaketle davranılması. karşılaşılacak zorluklara sabredilmesi gibi esaslar koyarken İbn Abdülvehhâb’ın bunlara uymadığı ve çevresinde mensubu olmayanların nefretini celbettiği bilinmektedir.
Muhammed b. Abdülvehhâb’a ait fikirlerin büyük bir kısmının hem kendi devrinde hem daha sonra eleştirilmesine rağmen düşünce sisteminin geniş bir sahada etkili olduğu, Batı’nm İslâm dünyasını işgal devresinde dinî değerlerin arındırılması ve İslâmî şuurun uyanması konusunda önemli ölçüde rol oynadığı bilinmektedir. Başlangıçtan itibaren özellikle hac mevsimlerinde dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen müslümanlar Vehhâbî düşüncelerini tanıma fırsatını bulmuşlardır. Hindistan’da Tarîkat-ı Muhammediyye hareketinin kurucusu Ahmed Şehid’in 1822 yılında hacca geldiğinde bid’atların izâlesi ve Selef akidesine dönüş konusunda Muhammed b. Abdülvehhâb’ın düşüncelerinden geniş ölçüde etkilendiği, ayrıca Kuzey Afrika’da Muhammed b. Ali es-Senûsî tarafından başlatılan Senusiyye hareketinin gerçekleştirdiği inkılâplar hususunda onun görüşlerinden faydalanıldığı kabul edilir. Bu arada Yemen’de Zeydiyye âlimlerinden Şevkânî, Muhammed b. Abdülvehhâb’la karşılaşmamasına rağmen özellikle içtihadın teşvik edilmesi ve taklidin ortadan kaldırılması gibi meselelerde onunla aynı kanaati paylaşmıştır. Bid’atlarla mücadele edilmesi gereğini duyan, bir kısım mukallitlerce kapandığı ileri sürülen ictihad kapısının açılması düşüncesinde olan Muhammed Abduh da İbn Abdülvehhâb’dan kısmen etkilenmiştir.
Osmanlı-Türk toplumunda ise Muhammed b. Abdülvehhâb’ın düşünceleri ve başlattığı hareket tasvip görmemiş, kendisi bîr isyancı olarak, düşünceleri de Haricî telakkisi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Onun, ulûhiyyet tevhidi anlayışı çizgisinde yaratılmışlara ibadet konumunda gördüğü aşırı saygı ve bağlılık, kabir ziyareti, mistisizmi andıran derunî hayat, dinin temel hükümlerine akıl ve bilim açısından yaklaşımda bulunup onların sistemleştirilmesi, haberi sıfatların bu çerçevede yorumlanması gibi konulara yönelttiği sert eleştiriler çok aşırı bulunmuştur. Bu tür bir din anlayışının hem samimi müslümanlan itham altında bırakmak, onları şirkle suçlamak, hem de İslâmiyet’i bütün insanlığa hitap eden evrensel bir din olmaktan çıkarıp bir kabile dini haline getirmek gibi olumsuz sonuçlara götüreceği endişesi dile getirilmiştir. Bunun yanında tevhid inancını özünde zedeleyecek, dinin görünümüne zarar getirecek telakki ve davranışların müslüman toplum hayatından ayıklanmasının gereği de vurgulanmıştır.
Muhammed b. Abdülvehhâb’ın ölümünden sonra nesli onun İlmî fonksiyonunu sürdürmüştür. Suûd b. Abdülazîz’in Hicaz’ı zaptetmesinde (1805-1806) kendisine katılan ve Irak’taki hareketini destekleyen Abdullah b. Muhammed b. Abdülvehhâb, bid’at ehlinden kabul ettiği İsnâaşeriyye ve Zeydiyye doktrinlerine karşı reddiyyeler kaleme almıştır. Yine İbn Abdülvehhâb’ın torunu olup Dir’iye kadılığı yapan, bu arada siyasete de karışan Süleyman, Vehhâbîlik ve Irak münasebetlerini ele alan Kitâhü’t-Tavzîh isimli bir eser yazmıştır. Muhammed b. Abdülvehhâb’m ilmî ve siyasî görüşleri günümüze kadar özellikle Suudi Arabistan’da ve Körfez ülkelerinde etkilerini sürdürmüştür.
TDV İslâm Ansiklopedisi