Mu­kaddime - İbni Haldun Özeti, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Mu­kaddime. İbn Haldun’un (ö. 808/1406) tarih felsefesini, İçtimaî ve beşerî ilimleri tenıellendirdiği toplum metafiziğine dair eseri.

Müellifin, yedi bölümden meydana ge­len dünya tarihi niteliğindeki Kitâbü’l-c/ber ve dîvânü’l-mübtede ve’l-haber fî eyyâmi’-cArab ve’l-cAcem ve’l-Berber ve men âşerahüm miri zevi’s-suîtâni’l-ekber adlı eserine giriş olarak yazdığı Mukaddime’de, muhtemelen Fahreddin er-Râzî geleneğindeki “el-mukaddimâtü’n-nazariyye” anlayışından hareketle tarih ya­zımının ön şartları kabul edilebilecek esas­lar ve tarihin incelemesi gereken konular efe a/jnmaktadir. Mukaddime tarih yazı­cılığı yöntemini içermesinin yanında tari­hin konusu olan şeyleri var olmaları bakı­mından incelediği için bir ontoloji, toplum­sal hayatın çeşitli yanlarını usul ve kavâidiyle ele alması bakımından bir siyaset, ik­tisat, eğitim, ilim ve her şeyden önce bir tarih felsefesi kitabıdır. İlk bakışta ansiklopedi ka­rakteri göstermekle birlikte ansiklopedik bir eser olmayıp insanı ve onun vasıtasıyla olup biten her şeyi açıklama iddiasını ta­şıyan, İbn Haldun’un “ümran ilmi” adını verdiği büyük bir teori, varlıkla irtibatını kopararak buhrana düşmüş olan o dönem­deki İslâm toplumunun bu irtibatı yeni­den sağlamasına yardımcı olmak amacıy­la geliştirilmiş bir toplum metafiziğidir.

Fahreddin er-Râzî’nin kelâmı felsefîleştirirken veya kelâmı felsefe ile mezcederken geliştirdiği yöntemi İbn Haldun Mu­kaddime’de bazı değişiklikler yaparak uy­gulamıştır. Bu yön­temin en önemli özelliği, daha önceki riva­yet ve görüşleri ciddi bir eleştiri süzgecin­den geçirdikten sonra bunları tamamen yeni bir tasnif içinde usul, kavâid ve hava­dis şeklinde ele almasıdır. Bunlardan usul, her şeyin kendilerine bağlı bulunduğu ve kendilerinin kendi dışında başka bir şeye bağlı olmadığı esasları ifade ederken ka­vâid, insanların kendileri üzerinden usul­le irtibat kurduğu daha alt ilke ve kural­ları belirtmektedir. Bütün mesele, insan­ların her an karşı karşıya bulunduğu hadiselerin kaideler üzerinden usulle irtibatlandırılmasıdır ve bütün düşünce buna yönelik olarak gerçekleşmektedir. İbn Haldun, Râzî ile ortaya çıktığını ve onun tarafından geliştirildiğini açıkça söylediği bu yenilikleri eserinde uygulamış, ancak usul ve kavâidi Mukaddime ‘de, havadis kısmını Kitâbü’l-Hber’m diğer ciltlerinde ele almış, nihayet kendi dönemini eserin sonuna eklediği otobiyografisi üzerinden anlatmıştır.

Mukaddime, tarih ilminin zahirî ve bâtınî cihetlerini ve bunlardan ikincisinin hik­metten sayılması gereken bir ilim olduğu­nu izah eden bir girişle başlar ve altı bö­lümden oluşur. İbn Haldun birinci bölümü usule ayırmış, burada insan toplumu de­diği ümranın dayandığı esasları ele almış­tır. Bu esaslar asabiyet, coğrafya ve nü­büvvet olarak sıralanmaktadır. Asabiyet insanların hayatta kalmalarının ön şartı olan her türlü dayanışmayı, coğrafya in­sanların içine doğdukları, kendisiyle zorun­lu biçimde irtibat halinde bulundukları ve bu sebeple tesirine mâruz kalarak kendi varoluşlarını bu tesir çerçevesinde sürdür­dükleri fizikî çevreyi ifade eder. Nübüvvet, ümran için ilk ikisi kadar zorunlu olmasa da tahakkuk ettiğinde diğerleri gibi insan­ları zorunlu biçimde şekillendiren bir esas olarak ele alınmaktadır. Bu esasların her biri insan hayatına girişi ve bu hayat içe­risinde edindiği yer açısından tasvir edil­mektedir.

İkinci ve üçüncü bölümler, insan toplu­munun veya toplumsal hayatın zorunlu biçimde gerçekleşen en temel iki katego­risi olan bedevîlik ve hadarîlik konusuna ayrılmıştır. İbn Haldun bedevîliği aşılması zorunlu bir merhale diye kabul eder, an­cak geriye dönüşü olmayan bir merhale olarak ele almaz. Öte yandan hadarîlik de kalıcı bir hal değildir ve zaman içerisinde bir çözülmeye (fesad) yönelik olarak yaşa­nır. Bu çözülme neticesinde hadarîler, ge­nellikle bedevilerin istilâsına uğrayıp onla­rın teşkil edeceği yeni bir “hadâre”nin mal­zemesi olurlar. İkinci ve üçüncü bölüm, bir taraftan toplum teorisi gibi görünürken diğer taraftan bir siyaset analizi ve bir si­yasî varlık şeklinde devletin varlık ve işle­yişinin metafizik tasviri olarak ortaya çık­maktadır. Üçüncü bölümde İbn Haldun sa­dece dar anlamıyla bir siyaset felsefesi ge­liştirmez, bunun ötesinde İslâm toplum­larının tarihî gelişimini esas alarak din-devlet ilişkisini de tartışır. Bu çerçevede dini devletin varlığı ve devamı için zorun­lu kabul etmez, ancak ahlâkın zorunlu ol­duğunu belirtir. Fakat bu tesbitin bir peygambere ve onun getirdiği vahye muhatap olmamış insan toplulukları için söz konu­su edildiğini, bir toplum vahye muhatap olmuş ve bunu kabul etmişse o toplumda vahyin coğrafya ve asabiyet gibi zorunlu bir esas haline geleceğini söyler. İbn Hal­dun’un konuları ele alış şekli bazı araştır­macıları onun ampirist olduğunu düşün­dürecek kadar tasvirîdir. Ancak onun yap­tığı tasvirler dar anlamda bir gözlem ol­mayıp fenomenolojik tasvir şeklinde kavranmalı ve metafizikte takip edilen bir yöntem olarak dikkate alınmalıdır.

Dördüncü bölüm devletin ortaya çıkma­sının neticelerini ele alır. Bu neticeler esas itibariyle beldeler ve şehirlerden oluşan yerleşim birimleridir. Yerleşim birimleri in­san hayatı için bütün ihtiyaçları karşılama­yı zorunlu kılar; bir ihtiyacı karşılama tarzı yeni ihtiyaçlar doğurur. Böylece yerleşim birimleri kendileriyle birlikte aynı zaman­da pazarların ve ticarî hayatın ortaya çık­masına imkân hazırlar. Bu bölümde İbn Haldun yerleşik hayatın ve özellikle şehir­lerin ortaya çıkardığı imkân ve sorunları ele alır. Burada yer alan konunun daha ay­rıntılı biçimde işlendiği beşinci bölümde İbn Haldun iktisadî hayatın değerlerden ârî bir tasvirini yapmaya çalışır. Dördüncü ve özellikle beşinci bölümü dikkate alan birçok iktisat tarihçisi İbn Haldun’u iktisat ilminin kurucusu olarak kabul etmektedir. Altıncı bölümde bilhassa İslâm toplumun­daki ilimler ve eğitim öğretimle ilgili ko­nular ele alınmaktadır. İbn Haldun ilimle­rin ümranda en son ortaya çıktığını, bu se­beple ilimlere dair konuların en son ele alınmasının uygun olacağını söyler.

İbn Haldun hem el-İber’i hem Mukaddime’yi, olayları asılları ile irtibatı içerisin­de kavramayı unutmuş bulunan İslâm top­lumuna bu hususta yardımcı olmak ama­cıyla kaleme almıştır. Bu yönden eser ıs­lah ve tecdid literatürü niteliği taşır. Nite­kim çeşitli araştırmacılar da Mukaddime’­nm İslâm dünyasında yaşanan krizden çı­kış yolu aramak için yazıldığını ifade et­miştir, Eser her ne kadar dünya tarihinin girişi olarak telif edilmişse de bizzat mü­ellifi tarafından müstakil bir kitap mua­melesi görmüş, daha sonra naşirler, mü­tercimler ve araştırmacılar da genellikle onu müstakil eser şeklinde değerlendir­miştir. Ger­çekten Mukaddime, hem muhteva hem üslûp ve kullanılan terimler bakımından Kitâbü’l-‘İberden farklıdır. Diğer ciltlerde daha çok rivayet üslûbunu kullanan İbn Haldun, Mukaddime de metafizik dahil olmak üzere toplumsal hayatı kendisine konu edinen birçok disiplinin terimlerini yeni bağlamlar içerisinde ve metafiziğin gerektirdiği tasvirî bir tarzda kullanmış­tır. Bu üslûp her ne kadar mutlak şekilde yeni olmasa da toplumsal alan söz konu­su edildiğinde oldukça yenidir ve bu haliy­le müellifin yeni bir ilim (ümran ilmi) ted­vin etme iddiası ile örtüşmektedir.

Müellif, Mukaddime’nm ilk müsved­desini 779 (1377) yılında beş ay içinde ta­mamladığını ifade etmektedir. Daha sonra eser üzerinde bazı tashihler, eklemeler ve çıkarmalar yap­mıştır. Kitabın tam olarak ne zaman ta­mamlandığını söylemek oldukça güçtür. Muhtelif yazmaları inceleyen Rosenthal, İbn Haldun’un ilk müsvedde üzerinde ça­lışmalarına devam ettiğini, ancak bu ça­lışmaların bütünün elden geçirilmesi an­lamında bir redaksiyon olmayıp çeşitli bö­lümlerine düşülen şerh niteliğinde ekle­meler olduğunu söylemektedir. Bazı yazmalarda bulunmayan ve daha çok felsefî bir içerik taşıyan hususlar daha sonra eklenmiş ol­malıdır.

İbn Haldun eserini telif ederken başta tarih kitapları ve siyaset teorisiyle ilgili eserler olmak üzere çok sayıda kaynaktan istifade etmiş, bunların bir kısmından ik­tibaslarda bulunmuştur. Ancak onun yön­tem olarak faydalandığı kaynağın Mâverâ-ünnehir ilim geleneği ve özellikle Fahreddin er-Râzî metafiziği olduğu söylenebilir. Bu sebeple Mukaddime’nin eski ve bilinen bir yöntemi yeni bir alana, tarih ve toplum alanına uy­gulamak gibi oldukça önemli bir işi başar­dığını söylemek mümkündür. Eser Mısır’­da, Kuzey Afrika’da ve Endülüs’te önem­li takipçiler bulmakla birlikte İbn Haldun ve Mukaddime’nin en önemli takipçileri Osmanlı ilim dünyasında ortaya çıkmıştır. Kitabın büyük bir ilgi görmesi İbn Haldun’­la ilgili çalışmaların esas itibariyle Mukad­dime hakkında olmasıyla birlikte düşü­nüldüğünde daha İyi anlaşılır. Bu sebeple İbn Haldun’a dair çalışmaların ve bu konu­daki literatürün büyük Ölçüde Mukaddi­me hakkında olması, İbn Haldun’un etkisi diye ifade edilenlerin aynı zamanda Mu­kaddime’nm etkisi olarak görülmesini ge­rektirmektedir.

Türkiye kütüphanelerinde mevcut Mu­kaddime yazmalarının sayısı eserin gör­düğü ilginin bir belirtisi şeklinde kabul edi­lebilir. Mukaddime’ye şerh yazılmaması bir ilgisizlik olarak yo­rumlanabilirse de şerh ve haşiyelerin da­ha çok ders kitabı özelliği taşıyan eserle­re yapıldığı dikkate alındığında bunun ya­nıltıcı bir hüküm olduğu söylenebilir. Öte yandan İbn Haldun’un takipçilerinin bu­lunması onun her şeyi ile benimsendiği anlamına gelmez. Mukaddime, özellikle ilimler tasnifi ve eğitim anlayışı açısından Osmanlılar’da takipçi bulduğu gibi devlet­lerin zaman içerisinde ömürlerini tamam­layacağı tezi en azından aksi gösterilmesi gereken bir meydan okuma diye kavranmıştır. Her şeyden önce Mukaddime Fahreddin er-Râzî geleneği içinde telif edilmiş olduğundan yine aynı gelenekten beslenen Osmanlı düşüncesinin en azından esasla­rı itibariyle yabancısı değildir. Bu hususta Osmanlı ulemâsının ko­numunu göstermek için, Kâtib Çelebi ve Naîmâ gibi eserlerinde ondan doğrudan İktibaslarda bulunan âlim ve tarihçilerin yanında Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendi’-nin Mukaddime’nm telifinden yaklaşık 350 yıl sonra yaptığı tercümeyi incelemek yeterlidir. Bu tercüme bir tür yeniden te­lif olduğu için ilk bakışta, bazı kelime ve terimlerde aynen bırakıldığından Arapça’-daki bazı söz dizimi öğelerinin yer değiş­tirmesi gibi görünse de gerçekte İbn Hal­dun’un düşüncesinin ve Mukaddime’nm bir “yeniden düşünülmesi” olarak önem arzetmektedir. Kütüphanelerde çok sayı­da yazma nüshası bulunan bu tercüme, Osmanlı ulemâsının eserle olan derin fikrî irtibatının da bir işareti olarak kabul edi­lebilir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski