Murabaha Nedir Ne Demek, Şartları, Hakkında Bilgi

Murabaha. Alış fiyatı veya maliyet üzerine belli bir kâr İlâvesiyle yapılan bir tür güvene dayalı satış sözleşmesi anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “artma, kâr, ticarî kazanç” an­lamındaki ribh kökünden türeyen ve “ka­zandırma, kâr hakkı tanıma” mânasına gelen murabaha terim olarak bir malın alış fiyatı veya maliyeti üzerine belirli bir kâr konarak satılmasını ifade eder. Fıkıhta bey’akdi satım parasının (semen) belirleniş şekli açı­sından iki ana grupta incelenir. Semen, satım konusu malın (mebî) satıcıya mali­yetinden bağımsız olarak tarafların pazar­lık etmesi yoluyla belirlenirse buna “bey’u’l-müsâveme” denir; satımın yaygın şekli bu­dur. Semenin satıcının maliyet konusun­daki beyanına göre belirlenmesi durumun­da İse güvene dayalı satım türlerinden (büyûu’l-emâne) söz edilir; bunlar da fiyat sa­tıcının aldığı bedelden düşükse “vadîa”, yüksekse “murabaha”, aldığı bedele eşit­se “tevliye” adını alır. Özellikle piyasayı bil­meyen müşteriye güvenilirliği yüksek bir alım yapma imkânı sağlayan murabaha­nın çekişmeye ve haksız kazanca yol aç­maması için şartlan ve hükümleri fıkıhta ayrıntılı biçimde incelenmiştir. İki taraflı bir hukukî ilişki olan klasik anlamdaki mu­rabaha yanında bu kavram -bazı kayıtlar eklenerek- günümüz özel finans kurumla­rının en önemli işlemlerinden biri olan ve üç tarafı ilgilendiren bir muameleyi ifade etmek için de kullanılır.

Ribh kelimesinin türevi olan fiil bir âyet­te [Bakara 2/16] ve değişik türevleri ha­dislerde geçmekle birlikte Kur’an’da ve hadisler­de murabaha kelimesine rastlanmamak­tadır. Malın alış fiyatına veya maliyetine maktu bir kâr ilâvesiyle yapılan muraba­ha, satım akdiyle ilgili genel hükmün [Bakara 2/275; Nisâ 4/29] kapsamında sayıldığından cevazı hususunda görüş ay­rılığı bulunmamaktadır. Ancak Mâlikîler, doğru beyan edilmediğinde çıkabilecek so­runlar dolayısıyla böyle satışları tercihe şa­yan bulmaz. Alış fiyatı veya maliyete nisbî kâr eklenerek yapılan murabahayı da ço­ğunluk tecviz etmekle birlikte bazı fakihler câiz görmez, bazıları mekruh sayar.

Murabahanın sahih olması için satım akdinde arananlar yanında şu şartların gerçekleşmiş olması gerekir:

a) Önceki satm sözleşmesi sahih olmalıdır. Çünkü mu­rabaha Önceki semen esas alınarak yapı­lan bir akiddir. Halbuki fâsid akidde Hanefîler’e göre mülkiyet sonucu doğsa da belirlenen fiyat(semen-i müsemmâ değil mebîin kıymeti veya misli dikkate alınır; cumhura göre ise böyle bir akid zaten mül­kiyet sonucu doğurmaz. Diğer taraftan Ha­nefî ve Şâfiîler’e göre murabahaya konu olacak malın satıcıya mutlaka satım yoluy­la geçmesi gerekmez; hibe ve vasiyet gi­bi bir yolla mülkiyeti kazanılan bir mal da Kıymeti belirlenerek murabahaya konu ya­pılabilir,

b) Alış fiyatı taraflarca biliniyor olmalıdır. Alış fiyatına nelerin dahil sayıla­cağı ve bunu etkileyen değişiklikler mu­rabaha hükümleri arasında geniş bir yer tutar. Alış fiyatı akid meclisi dağılmadan

Önce müşteriye bildirilmezse murabaha geçersiz olur.

c) Önceki sözleşmede semen aynı cinsten ribevî bir malla değişilmiş ol­mamalıdır. Ribevî malların kendi cinsleriy-le eşit miktarda ve peşin mübadelesi şart kılındığı için murâbahalı satılması halinde alınan fazlalık kâr değil faiz olur.

d) Kâr ta­raflarca biliniyor olmalıdır. Zira kâr satış bedelinin bir kısmını teşkil etmektedir; satış bedelinin bilinmesi ise bey’in şartla-rındandır. Kâr, malûm ve muayyen olmak kaydıyla gerek misliyyattan gerekse kıye-miyyattan, önceki semenle aynı veya fark­lı cinsten olabilir. Hanefî, Şafiî ve Hanbe-lîler’in konuyla ilgili hükümlerinden, kâr hesaplamasında satıcının ilk satıcıya öde­diği satım parası yanında maliyete dahil diğer unsurların da esas alınacağı anlaşıl­maktadır. Mâlikîler ise maliyete dahil edilip edilmeyecek un­surları ele alırken bunların kâra yansıtılıp yansıtılmayacağı hususunda bir ayırım ya­parlar Yukarıda belirtildiği üze­re, kârın alış fiyatına veya maliyete oran­la belirlenmesini mekruh sayanlar hatta caiz görmeyenler vardır,

e) Hanefîler’e gö­re önceki satım sözleşmesinde semen mis­liyyattan olmalıdır. Çünkü murabaha ön­ceki semenin üzerine kâr konarak yapılan bir satımdır. Önceki semen kıyemî mal ise bunun değeri bilinmediğinden muraba­hanın semeni de belirsiz kalır. Ancak bu malı mülkiyetinde bulunduran kimseyle oran belirleyerek değil maktu bir kâr ilâ­vesiyle murabaha yapılabilir. Şâfiîler’e gö­re bir kimse kıyemî mal karşılığında satın aldığı bir malı, Aldığım fiyata veya bana maliyetine satıyorum” diyerek satabilir; ancak kıyemî mal karşılığında aldığını ve değerini müşteriye bildirmesi gerekir. Ba­zı Şafiî fakihlerine göre ise malın niteliğini belirtmesi gerekli olmayıp değerini söyle­mesi yeterlidir. Benzeri görüşler Hanbelî-ler’de de mevcuttur. Mâlikîler’de ilk akid-deki semenin mislî olup olmamasına ve müşterinin elinde bulunup bulunmama­sına göre farklı görüşler ve rivayetler var­dır.

Murabahada satıcının alış fiyatı / malın kendisine maliyeti ve malın durumu hak­kındaki beyanları bu akde bağlanacak hü­kümler açısından özel bir önem taşır. Eğer satıcı, fıkıh terminolojisinde “malı alırken borçlandığı şey” anlamında kullanılan re’sü’l-mâle (sermaye) yani alış fiyatına (ilk semen) neleri dahil saydı­ğını müşteriye açıklamışsa bunların tama­mını sermayeye ekleyebilir. Buna karşılık, “Bana şu fiyata mal oldu” şeklinde bir be­yanda bulunmuşsa onun üzerine bir ilâv yapması caiz olmaz. Bu iki noktada fakih-ler görüş birliği içindedir. Fakat taraflar­ca bu konuya yeterli açıklık getirilmeden akid yapılması, Özellikle satıcının “bana mal olduğu fiyata” şeklinde genel bir ifa­de kullanması sık rastlanan bir durum ol­duğundan fıkıh doktrinleri nelerin fiyata veya maliyete dahil sayılacağı, nelerin sa­yılmayacağı hususunda ölçüler geliştir­mişler ve çözümler üretmişlerdir. Maliyet esasına göre yapılan murabahada Hane-fîler’in benimsediği temel kural, ticarî Ör­fe göre maliyete eklenebilen bütün harca­maların sermayeye ilâve edilebilmesidir. Buna göre nakliye, boyama, eğirme, ta­baklama ve ağaçlandırma gibi malın ay­nında veya kıymetinde artış sağlayan har­camalar sermayeye ilâve edilebilir; çoban, bekçi ücreti ve satıcının şahsî giderleri gi­bi mala katma değer sağlamayan harca­malarla satıcının kendi emeğine veya baş­kası tarafından karşılıksız yapılanlara mu­kabil bir ücret sermayeye ilâve edilemez. Mâlikîler bu konuda üç durumu birbirin­den ayırt ederler.

a) Malda gözle görülür bir iyileşme (değer artışı) sağlayan boya­ma ve yıkama gibi masraflar sermayeye eklenir (maliyet hesabına dahil edilir) ve kâra yansıtılır,

b) Satıcının bizzat yapa­mayacağı ve malın değerinde artış mey­dana getirmeyen uzun mesafeye nakil ve depolama gibi masraflar sermayeye ekle­nir ama kâra yansıtılmaz,

c) Satıcının biz­zat yapabileceği ve malın değerinde artış meydana getirmeyen simsarlık, dürme ve paketleme gibi masraflar sermayeye ek­lenmeyeceği gibi kâra da yansıtılmaz. Mâ-likî fakihlerinin de bu ölçülerin uygulanma­sında ticarî örfe sıkça atıfta bulundukları görülür. Şafiî, Ca’ferî ve Zeydîler’e göre ha­mal ve kileci ücreti gibi satış işleminin ge­reklerinden olan masraflar yanında hay­vanı semirtme, tedavi ettirme gibi mala değer kazandırma amacı taşıyan harca­malar da sermayeye eklenir; sırf koruma amaçlı harcamalarla satıcının veya karşı­lıksız olarak başkasının emeğiyle oluşan katkılar eklenmez. Hanbelîler. “bana mal oluşuna göre” diye genel bir ifade kulla­nılmasını tasvip etmezler ve alıcıya ayrı ayrı açıklamak kaydıyla satıcının mala de­ğer katan masrafları ve ister kendisinin ister ücretle çalıştırdığı kişinin bu nitelik­teki emeğinin ücretini sermayeye ekleye­bileceğini söylerler.

Malın alış fiyatıyla ilgili diğer meselele­rin belli başlıları şunlardır:

1. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler”e göre murabahada esas alı­nacak semen satıcının ilk satıcıya Ödemeyi taahhüt ettiği bedeldir. Daha sonra fiilen farklı bir ödeme yapmışsa, meselâ akid-de ödemenin dinar üzerinden yapılacağı kararlaştırıldığı halde tarafların anlaşma­sıyla ödeme dirhemle yapılmışsa ilk karar­laştırılan dikkate alınır. Mâlikî mezhebin­de ise satıcının gerek sözleşmeyle taah­hüt ettiğini gerekse fiilen ödediğini alıcı­ya açıklaması kaydıyla taraflar bunlardan birini esas alabilir.

2. Satıcının aldığı ma­lın fiyatında -akdin bağlayıcılık kazanma­sından önce- herhangi bir sebeple bir in­dirim veya ilâve gerçekleşirse bunun mu­rabahaya yansıtılacağı hususunda fakih-ler görüş birliği içindedir. İndirim veya ilâ­ve akdin bağlayıcılık kazanmasından son­ra olursa üç görüş vardır,

a) Hanefîler’e ve Zeydîler’e göre bu. akdin aslına bağlı bir durum olup murabahaya yansıtılır,

b) Şa­fiî ve Hanbelîler bunun önceki akdin taraf­ları arasında bir teberru ilişkisi gibi düşü­nülmesi gerektiği ve murabahaya yansı-tılmayacağı kanaatindedir,

c) Mâlikîler’e göre ise alıcı muhayyerdir. İsterse indirim veya ilâve yapılmaksızın kararlaştırdıkları semenle malı alır; isterse satıcıdan ken­disine yapılan indirimin yansıtılmasını ta­lep eder, kabul ederse malı tutar, etmez­se geri verir.

3. Satıcı, malı -babası ve ço­cuğu gibi- piyasa şartlarından farklı fiya­ta alması muhtemel kişilerden almışsa ve­ya gabne uğramışsa bu durumu beyan et­mesi gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânrye göre ise yakıniar-dan yapılan alımı açıklamak gerekmez.

4. Satıcının malı vadeli almış olması mura­bahada fiyatı etkilemez; ancak bu duru­mu beyan etmesi gerekir.

5. Fakihlerin çoğunluğu, taraflarca akid sırasında bi­linmesi şartıyla malın üstünde yazılı olan semen (etiket fiyatı) üzerinden murabaha yoluyla satılmasında sakınca görmez.

Alış fiyatıyla yakın ilişkisi dolayısıyla mu­rabahada akde konu olan malın durumu üzerinde de önemle durulmuştur. Bu ko­nuyla ilgili meselelerin başlıcaları şunlar­dır:

1. Murabaha yoluyla satılan malın de­ğerinde satıcının bunu alış tarihinden son­ra piyasanın etkisiyle meydana gelen de­ğişikliğin dikkate alınmayacağı hususun­da ittifak vardır. Ancak değişikliği biliyorsa satıcının bunu açıklaması gerekir.

2. Satcvmn esnada mevcut  semenden tenzil eder. Satıcının malı aldık­tan sonra kendi mülkiyetindeyken oluşan ve mala bitişik olmayan (munfasıl) artış ve semereleri fakihlerin çoğunluğuna göre yalnız kendisine aittir, malı bunlardan ay­rı olarak aldığı bedel üzerinden satabilir, semenden tenzil etmesi gerekmez. Fakat bu gruptaki fakihlerden Mâlikîler’e göre malın alımı üzerinden uzun zaman geçti­ğini alıcıya bildirmelidir. Hanefîler’e göre ise bunlar malın aslına tâbidir, alıcıya be­yan edilmesi gerekir.

3. Satıcının elindeyken malda ister tabii âfet sebebiyle ister kendisinin yahut başkasının fiiliyle eksil­me olmuş veya mal ayıplı hale gelmişse satıcının bunu beyan etmesi gerekir; an­cak Ebû Hanîfe ve bir rivayete göre Mu­hammed b. Hasan tabii âfet durumunda beyana gerek olmadığı ve aldığı bedel üze­rinden satabileceği kanaatindedir. Beyan­dan maksat eksilme veya ayıbın kendi elin­de meydana geldiğini açıklamasıdır, mal­da ayıp bulunduğu ise her halükârda açık­lanmalıdır.

4. Murabaha konusu maldan yararlanmak satıcının tabii hakkı olup bu kullanım neticesinde kendisinin veya baş­kasının fiiliyle malda eksilme olmamış ya­hut mal ayıplı hale gelmemişse bunu be­yan etmesi ve satım bedelinden bir indi­rim yapması gerekmez. Mâlikîler’e göre uzun süre kullanma durumunda bunun alıcıya bildirilmesi müstehaptır.

5. Toptan alınan malların bir kısmının murabaha yo­luyla satılmasında ilke malın niteliğine gö­re zarara yol açmadan teslim edilebilme­si ve semende belirsizliğin bulunmaması­dır. Buna göre mislî nitelikteki malın bir miktarının birim fiyatı üzerinden muraba­ha yoluyla satılması ittifakla caizdir. Şafiî ve Hanbelîler’de hâkim kanaat, kıyemî malların da toplam fiyatın satılan kısma takdirî kıymeti üzerinden paylaştırılması yoluyla murabahaya konu edilebileceği yö­nündedir. Hanefîler’e göre ise beyan edil­meden böyle bir satış caiz olmaz. Ortak mülkiyete konu bir malda paydaşların ken­di hisselerini murabaha yoluyla satması hususunda da aynı ilke vb. yaklaşımlar söz konusudur.

Murabaha güvene dayalı bir akid oldu­ğundan satıcı gerek fiyat / maliyet gerek­se satım konusu malın durumu hakkında müşterinin alımla ilgili irade ve tercihini et­kileyecek hususlarda yeterli açıklama yap­makla yükümlü olduğu gibi bu aç Mamamaması ihtimalleri birbirinden ayırt edile­rek ele alındığında pek çok ayrıntı ve mez­hep içi farklı görüş ortaya çıkmakla birlik­te murabaha açısından öze! önemi olanı hıyanetin ortaya çıkması durumudur. Mez­heplerin bu konuyla ilgili temel yaklaşım­ları şöylece özetlenebilir:

a) Hıyanet se­menin miktanndaysa Ebû Hanîfe ve Mu­hammed ile Şâfiîler’deki bir görüşe ve Zey­dîler’e göre alıcı semenin tamamı karşılı­ğında malı alıp almamakta serbesttir, fa­kat gerçek miktara göre semenden indi­rim yapılmasını talep edemez; Ebû Yûsuf’a göre ise semenden indirim yapılır, ama müşterinin muhayyerlik hakkı yoktur. Mâ­likîler’e göre satıcı indirim yaparsa müş­teri almak zorundadır, yapmazsa alıp al­mamakta serbesttir. Şâfiîler’de daha üs­tün kabul edilen görüşe ve Hanbelîler’e göre bu durum akdin sıhhatini etkilemez, satıcının gerçek miktara göre semenden ve kârdan indirim yapması gerekir, alıcı­ya muhayyerlik hakkı tanınmaz. Zâhirî-ler’e göre bu durumun akde tesiri yoktur.

b) Hıyanet semenin niteliğindeyse, me­selâ vadeli aldığı halde bunu alıcıya bildir-memişse Ebû Hanîfe ve Muhammed İle Şafiî, Hanbelî ve Zeydîler’e göre alıcı malı satıcının belirttiği fiyata alıp almamakta muhayyerdir; Ebû Yûsuf müşteriye mu­hayyerlik tanınmayacağı, fakat ticarî tea­müllere göre vadeye tekabül eden mikta­rın semenden düşülmesi, ödenmişse alı­cıya iade edilmesi gerektiği kanaatinde­dir,

c) Tabii âfet sebebiyle malın ayıplı ha­le geldiği gizlenmişse Ebû Hanîfe ve Mu­hammed ile Mâlikî, Şafiî ve Zeydîler’e gö­re müşteri satıcının belirttiği fiyattan ma­lı alıp almamakta muhayyerdir. Ebû Yû­suf ile Hanbelîler’e ve Zâhirîler’e göre ayı­ba tekabül eden miktar semenden düşü­lür, ancak müşterinin muhayyerlik hakkı yoktur. Satıcının hıyane-ti müşterinin ölümünden veya malın onun tarafından kısmen ya da tamamen tüke­tilmesinden yahut iadeyi engelleyecek ka­dar ayıplı hale gelmesinden sonra ortaya çıkarsa Hanefîler’e göre alıcının muhay­yerliği düşer; Ebû Hanîfe’ye ve Muhammed’in meşhur kavline göre bu durumda fiyatın tamamı bağlayıcılığını korurken Ebû Yûsuf’a göre aldatılan miktar ve bu­nun kâra yansıyan yüzdesi tutarınca indi­rim yapı. İmam NlâliKe göre satıcı Günümüzde değişik ülkelerde faizsiz bankacılık tezine dayalı olarak faaliyet gös­teren fînans kurumlarının işlem hacmi için­de en büyük paya sahip olan ve alım satı­mı caiz her türlü mal ihtiyacının finansma­nında kullanılan satın alma talimatı üze­rine murabaha işleminin [Arapça’da “el-murâbaha li’l-ânur bi’ş-şirâ”, Türkiye’deki uygulamada “üretim desteği” ve “bireysel finansman desteği] gerçekleşme biçimi ana hatlarıyla şöyledir: Fon kullanmak is­teyen müşteri malı bulur, satıcı ile görü­şür, akdi kesinleştirmemek şartıyla pa­zarlık da yapabilir, malın niteliklerini ve be­delini belirten bir proforma fatura ile fi-nans kurumuna talebini bildirir. Kurum tarafından gerekli incelemeler yapıldıktan sonra müşterinin talebi olumlu karşıla­nırsa istediği mal satıcıdan peşin bedelle sözlü veya yazılı olarak satın alınır ve be­deli doğrudan satıcıya ödenerek kendi­sinden malın müşterinin belirttiği adrese teslim edilmesi istenir. Satın alma işlemi gerçekleştikten sonra mal müşteriye be­lirlenen bedel  üzerinden takside bağlanarak satılır. Alıcı Ödemele­ri anlaşmaya varılan ödeme planı uyarın­ca finans kurumuna yapar. Birçok bakım­dan klasik anlamdaki murabahadan fark­lılıklar taşıyan bu işlemin meşruiyet te­melleri izah edilirken genellikle -alıcının ta­limatı bağlayıcı sayılmasa da- sahabe dö­neminden beri, piyasayı iyi bilen kimsele­rin tecrübesinden yararlanma ve / veya fi­nansman sağlama amacıyla buna benzer yöntemlerin uygulanageldiği ve klasik li­teratürde ele alındığı belirtilir. Bu tür murabahanın yararları, sakıncaları ve problemleri 1970’lerden be­ri birçok ilmî toplantıda ele alınmış, konu­yu fıkıh, iktisat, pozitif hukuk ve muhase­be teknikleri açısından inceleyen zengin bir literatür oluşmuştur. Zaruret ve mas­lahat ilkelerinin işletilmesi ve mezheple­rin görüşlerinin karma biçimde uygulan­ması (telfîk) gibi fıkıh usulüyle ve bu mu­ameleye ağırlık verilmesinin söz konusu kurumların mahiyetine etkisi ve ekonomik sonuçlan gibi iktisatla ilgili olanlar yanın­da doğrudan murabaha işlemi hakkında­ki tartışmaların daha çok şu noktalarda yoğunlaştığı görülmektedir: Müşterinin fi­nans kurumunun mülkiyetinde olmayan bir malı satın alma, kurumun da bunu satma vaadini veya bunlardan birini bağ­layıcı saymanın fıkıh kurallarına uygun olup olmadığı, bu işlemin faiz almaya yönelik hile niteliği taşıyıp taşımadığı, bir satışta iki satış ve kişinin sahibi olmadığı malı satması gibi şer’an yasaklanmış muame­leler kapsamına girip girmediği, malın ku­rum tarafından kabzı ve hasar sorumlulu­ğu problemi, özellikle finans kurumunun malla hiçbir ilişkisinin kalmaması sonu­cunu doğuran faturanın doğrudan müş­teriye kesilmesi uygulaması, finans kuru­munun maliyet fiyatına hangi masrafları yükleyebileceği, bazı durumlarda müşte­riyle kurum arasında vekâlet ilişkisi kurul­ması, müşterinin satıcıya ön ödeme yap­ması, finans kurumuna yapılacak erken ödeme için indirim ve geç Ödeme için mahrum kalınan kâr adıyla ceza hükmü­nün konması, bazı finans kurumlarının şerl kurallara uymada hassasiyet gösterme­mesi sebebiyle teoride kabul edilen esas­ların uygulamaya doğru yansıtılmaması. Bu arada bazı yazarlar, bir kısım sorunla­rın yasal düzenlemelerden ve teknik zo­runluluklardan kaynaklandığını ve mura­baha uygulamalarının kurumdan kuruma farklılıklar taşıdığını belirtirler. 1970’ler­den bu yana bazı değişiklikler geçiren mu­rabaha günümüzde Batı’daki bankalar­da da kullanım alanı bulan bir finansman yöntemidir.

Öte yandan Osmanlılar’da faizle para vermeye, özellikle kanunî sınırın üstünde faiz şartı içeren borç mukavelesine ve aşırı kârla satış yapmaya murabaha, faizle pa­ra verenlere murabahacı deniyordu. İzin­siz olarak faizle ödünç vermeyi âdet edin­miş kimseler için tefeci tabiri kullanılırdı. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren Anado­lu’ya yayılan kapıkulları ile diğer askerîle­rin ve emeklilerinin murabaha ve iltizam yoluyla ekonomik yönden güçlenip ayan­lara katılmasının Osmanlı’nın siyasî, ikti­sadî ve içtimaî dengelerinin bozulmasın­da etkili olduğu, ayanın bir yandan iltiza­ma katılmak ve çiftçiye borç vermek su­retiyle servetini arttırırken diğer yandan da işlerini düzeltme veya vergisini ödeye­bilmek için borç alan halkı kendisine da­ha bağımlı hale getirdiği görülmektedir. Özellikle 1596’dan sonra bir kısmı mura­bahacılık kurbanı olan binlerce insan Ce-lâlî saldırılarından kurtulabilmek için civar­daki emniyetli şehir ve kasabalara, İstan­bul’a, hatta Rumeli’ye kaçmıştır. 1609’da I. Ahmed, reayayı tefecilerden ve ehl-i ör­fün baskı ve haksız salgunlarından koru­mayı amaçlayan bîr adâletnâme çıkarmış­tır. Osmanlı idaresince 22 Mart 1303 (3 Nisan 1887) tarihinde çıkarılan ve faiz hadlerini % 9 ile sınırlandıran tüzük de Mu­rabaha Nizâmnâmesi adını taşıyordu.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski