Müderris Nedir, Osmanlıda, Hakkında Bilgi

Osmanlı ilmiye teşkilâ­tında kadılık ve müftülükle birlikte oluşan üç temel görevden biri olan müderrislik medreselerde çeşitli dersler veren hoca­ları nitelemek üzere kullanılmıştır. Medre­se sisteminin ortadan kalkmasından son­ra da yüksek dereceli okullarda görev ya­pan hocalar için bu unvan sürdürülmüş­tür. XIX. yüzyılda açılan Batı tarzındaki eğitim kurumlarının hocaları da müderris unvanıyla anılmıştır.

Klasik İslâm medrese sisteminde oldu­ğu gibi Osmanlı medreselerinde de eğitim öğretim faaliyetinin temelini müderris teş­kil eder. Medrese aslında bir kurum veya yapı olarak bir önem taşımaz, buradaki müderrisin bizzat kendisi ön plandadır. Müderrisin belirleyici olduğu bu anlayış İs­lâm dünyasında teşekkül eden bir gelenek halinde Osmanlılar’a da yansımıştır. Bun­dan dolayı icazetnamelerde medrese adı geçmeyip müderrislerin ve onlardan oku­nan derslerin, kitapların ismi zikredilir. Mü­derrislik aynı zamanda ulemâ mesleği ol­duğundan zamanla belirli hiyerarşik kademelenmeyi de sağlamış ve XVI. yüz ortalarından itibaren gelişen yapısıyla ilmiye teşkilatındaki yerini almıştır. İlk dönem Osmanlı medreselerinde görev yapaı müderrislerin çoğunu daha yüksek ilrr muhitlerden gelenler oluştururken Osmanli Devleti’nin genişlemesine parelel bi çimde çoğalan medreseler zaman içerisin de müderrisliğin de kaynağını teşkil etmiştir.

XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlılar’-da müderris tayinleri kazaskerlerin tekli­fiyle yapılırdı. Daha sonra Hâşiye-i Tecrid, Miftâh ve kırklı müderrislerin tayin­leri yine kazaskerler, daha yukarı derecedekilerin tayinleri ise şeyhülislâmın teklifi, sadrazamın padişaha arzı ile gerçekleş­miştir. Nitekim şeyhülislâmın on sekiz mü­derrisin silsile halinde tayinini içeren ve sadrazamın telhisiyle padişaha sunulmuş olan listesini IV. Mehmed, “Vech-i meşrûh üzere verdim” hatt-ı hümâyunu ile onayla­mıştır. Müderriste aranan vasıflar vakfiyelerde “ehl-i ilim ve sâhib-i fazîlet, sâhib-i haysiyyet olmak” şeklinde ifade edilir. Bazı vakfiyelerde oku­tacağı dersler ve mensup olduğu mezhep konusunda da birtakım niteliklerin aran­dığı dikkati çeker.

Genellikle Osmanlı sisteminde medrese tahsili yaparak icazet alanlar müderrislik için aday olabilirdi. Tercihine göre Anado­lu veya Rumeli kazaskerinin defterine kaydolup sıra bekler, böylece mülâzemet dö­nemi başlardı. Sırası gelince en aşağı med­reseden itibaren yirmili, otuzlu, kırklı, ellili derecelerine ulaşır, ardından bizzat kazas­kerin de bulunduğu bir ilim heyeti huzu­rundaki imtihanda başarılı olursa Sahn müderrisliğine yükselirdi. Ulemâ aileleri­ne mensup genç adaylar “mevâlîzâde ka­nunumun verdiği imtiyazla daha yüksek dereceden müderris olurlardı. Kanunnâ­melerde ve özellikle Fâtih’in teşkilât ka­nunnâmesinde müderrislerin dereceleri, başka görevlere geçişleri, maaşları ve ei-kâbı konusunda çeşitli kayıtlar bulunmak­tadır.

Müderrisliğe adayın başvurusu ile mün­ferit olarak yapılan tayinler yanında silsile tayin sistemi eskiden beri yerleşmiş bir usuldü. Daha önce her medreseye bir müderris verilirken XX. yüzyıl başlann-da mektep tarzında medreseler açılınca her derse bir müderris tahsis etme siste­mi benimsendi. Bu tayinler ders adlan ve müderris adları sıralanarak yapılırdı. Tayinler müderrise verilen tuğrali orijinal be­ratla kesinlik kazanırdı. Burada genellikle görevlendirildiği şehir ve medrese, kaç ak­çe ile tayin edildiği, başlama tarihi ve sü­resi gibi hususlar yer alırdı.

İlk dönemlerde medrese mezunları, di­ğer ilmiye makamları yanında medresele­re müderris olmada da bir problemle kar­şılaşmıyorlardı. Fakat XVI. yüzyıldan itiba­ren mezun sayısı artınca müderris kadro­ları bunlara yetmemeye başladı. Bunun üzerine Ebüssuûd Efendi’nin şeyhülislâm­lığı sırasında mülâzemet sistemi belirli bir kurala bağlandı. Medreseden mezun olan­ların adlan “matlab” (rûznâmçe) denilen def­tere yazılacak ve bunlar sıralarını bekleye­cekti. Ayrıca tanınmış medreselerde mü­derrislik kadrosu açıldığında bu göreve bir­den fazla talip çıkması durumunda bun­lar arasında imtihan yapılırdı. Bu imtihan­da adaylardan bir konuyu değerlendiren bir risale yazmaları istenirdi. İmtihanlar çok defa büyük camilerden birinde Ru­meli ve Anadolu kazeskerinin de iştirakiy­le halka açık olarak gerçekleşirdi. 1528′-de Fâtih medreselerinden birinin müder­risliği boşalınca Sahn pâyesiyle Edirne Dârülhadisi müderrisi Kılıççızâde İshak Çele­bi, Edirne Üç Şerefeli müderrisi Çivizâde Muhyiddin Mehmed ve Bursa Sultaniye müderrisi İsrâfilzâde Fahreddin efendiler başvurmuşlardı. Rumeli kazaskeri Fenâ-rîzâde Muhyiddin ve Anadolu Kazaskeri Kâdirî efendiler huzurunda Ayasofya Camii’nde yapılan imtihanda cevapları ihti­va eden risaleler değerlendirilmiş, ayrıca kendi aralarında cevaplarıyla ilgili tartış­ma da düzenlenmişti. Bunun son örneklerinden biri Hüsrev Hoca’nın (ö. 1953) ruûs imtihanında yazdığı risaledir.

Öte yandan bazı Osmanlı kaynaklarında medrese mezunlarının müderrislik için im­tihana nasıl girdiği ve hangi derslerden sorular sorulduğu hakkında dikkat çekici bilgiler vardır. XVIII. yüzyılın son çeyreği­ne ait bir kaynakta Şeyhülislâm Dürrîzâ-de Mehmed Arif Efendi’nin müderrislik im­tihanı yapmak için padişah tarafından gö­revlendirildiği, cuma günü başlayan imti­hana 199 kişinin katıldığı, imtihan heyeti­nin bunları üç kısma ayırdığı, el-Mutav-vei’den bir konuyu ders olarak tayin et­tikleri, bir hafta süren imtihanın tamam­lanmasından sonra mevâlîzâdeler dahil alt­mış dört kişinin seçildiği ve bunların dersi-yelere dağıtıldığı belirtilir. Yine aynı kaynakta silsile ha­lindeki müderris tayinleriyle ilgili kayıtlara rastlanır.

Diğer ilmiye derecelerinin verilmesinde ve müderris tayinlerinde iltimasın da et­kili olduğu anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıl or­talarında Anadolu Kazaskeri Sinan Efen­di, görevini kötüye kullandığı iddiasıyla yar­gılandığı sırada birçok müderris tayinini sadrazamın, yeniçeri ağasının ve defter­darın iltimasıyla yaptığını belirtmişti. Mo­ra isyanının bastırılmasında gösterdiği fe­dakârlık sebebiyle Yenişehirli Müderris Os­man Efendi’nin iki mertebe birden terfi ettirilmesini bizzat III, Mustafa İstemiş, Şeyhülislâm Mirzazâde Mehmed Said Efen­di ilmiye mesleğinin geleneğine aykırılığını ileri sürerek bunu kabul etmemişti. Padişahların benzer müdahaleleri daha önceleri de olmuştur. II. Bayezid, Kazasker Müeyyedzâde’den Zamîrî unvanıyla tanınan Hamza Nûreddin’in Sahn’a müderris yapılmasını talep etmiş, kazasker onun Sahn müderrisliği için ilmî kudreti olmadığını söylemiş, bunun üzeri­ne padişah dinî ilimleri okutamıyorsa na­hiv okutabileceğini söyleyerek ısrar etmiş­ti. Öte yandan XVI. yüzyılda büyük ulemâ ailelerinin çocuklarının diğer ilmiye görevleri yanında müderrislik talep­lerinde imtihan sistemine dahil olmayıp imtiyazlı bir sınıf oluşturdukları da bilin­mektedir. Bu grubun kapsamı daha sonra veziriazam ve diğer büyük devlet adam­larının çocuklarını da içine alacak şekilde genişlemiştir.

Müderrislerin görevlerini aslî ve geçici olmak üzere iki grupta toplamak müm­kündür. Bir müderrisin aslî görevi medre­sede ders vermek ve az sayıdaki öğrenci­leriyle ilgilenmek ve onları ilme teşvik et­mektir. Ayrıca medrese içinde asayişin ve çalışma ortamının sağlanması da onun görevlerindendir. Talebenin gördüğü ders­lerin deftere kaydı yapılır, küçük medre­selerde çok defa ayrıca bir mütevelli ol­madığından bu işi de müderris üstlenir­di. Ankara’da Kızıl Bey Medresesi müder­risinin aynı zamanda vakıf mütevelliliği, imamlık, vaizlik hizmetlerini birlikte yü­rüttüğü görülmektedir. Derslerin şartlara uygun yapılıp yapılmadı­ğı ve yolsuzluk gibi konularda şikâyet olur­sa müderrisler kadılar tarafından teftiş edilirdi. XVI. yüzyılın ikinci yarısından iti­baren giderek artan medreseli olayları sı­rasında bazı müderrislerin derslere girme­diği tesbit edildiğinde bunların uyarılma­sı, girmemekte ısrar edenlerin bildirilmesi emredilmişti.

Müderrisler toplum içerisinde itibarlı kimseler olduklarından aslî görevleri dışın­da onlara devlet tarafından zaman zaman tahkikat, teftiş, yargı, hakemlik, bilirkişi­lik vb. görevler verilmekteydi. Yeni tayin edilen kadı gelinceye kadar müderrisin ka­dılığa nâib sıfatıyla vekâlet etmesiyle ilgili kayıtlara rastlanır. Nite­kim Kevâkibîzâde Müderris Ahmed Efendi’ye gönderilen 1001 (1593) tarihli hü­kümde nâib olarak görev yapması isten­mişti. 987 (1579) tarihli hükümde Bursa Kadısı Zekeriyyâ Efendi’nin bir mirasa müdahalesinin araş­tırılması görevi Bursa’da Sultaniye Med­resesi müderrisine verilmişti. Ayrıca bir hırsızlık olayının tahkikatının kadı ve müderrise birlikte ha­vale edildiği görülmektedir.

Müderrislerle ilgili basamaklar ve mer­tebeler hakkında çeşitli kanunnâmelerde bilgiler yer alır. Müderrislerin meslek ha­yatlarının ilerleyen yıllarında kadılığa geç­mesi mûtat bir uygulama idi. Bazan de­recelerine uygun müftülüklere geçtikleri de olurdu. Bu konuda yerleşmiş bir usul vardı. Buna göre 20 ile 50 akçelik müder­risler ibtidâ-i hâriç ile mûsıle-i Sahn ara­sındaki derecelere tekabül eder seviyele­rine göre 150’den 300 akçelik kadılığa ka­dar tayin edilebilirlerdi. 50-60 akçelik mü­derrisler Sahn-ı Semân, İbtidâ-i altmışlı, hareket-i altmışlı dereceleridir 500 ak­çelik büyük şehir kadısı olabilirlerdi. 60 ile 100 akçelik müderrisler mûsıle-i Süley-mâniyye, Süieymaniye ve dârülhadis de­receleri İstanbul kadılığı İle Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine geçebilir, oradan da şeyhülislâmlığa yükselebilirlerdi. Diğer taraftan XVI. yüzyılın ortalarına kadar hâ­riç ve dâhil müderrislerinin ilmiye mesle­ği dışında nişancılık ve defterdarlık gibi bürokratik görevlere tayin edildiği dikka­ti çeker. İlmiye ve kalemiye mesleklerinin iyice yerleştiği XVI. yüzyıl ortalarından iti­baren bu tür meslek dışı geçişler azalmış­tır. Süieymaniye medreselerinden sonra medrese ve müderris dereceleri yeniden belirlenmiş, Sahn-ı Semân müderrisleri Süleymaniye’nin gerisinde kalmıştır.

XVI. yüzyıl ortalarından itibaren müder­ris sayısının artması sistemde önemli de­ğişikliklere yol açmıştır. Bu hususta alınan tedbirler medrese derecelerinin arttırılma­sı, Sahn-ı Semân payesi, pâye-i selâsîn, pâye-i erbaîn şeklinde paye uygulaması­na gidilmesi ve müderrislerin görev süre­lerinin kısaltılmasıdır. Müderrisler ilmî ye­tersizlik, medreseye devamsızlık, vakıf şartlarına riayetsizlik gibi sebeplerle be­lirlenen sürelerini tamamlamadan görev­den alınabilirlerdi. Müderrislerin yevmiye olarak maaşları kıdemlerine ve tayin edil­dikleri medresenin derecesine göre belir­lenirdi. Bu miktarlar beratlarında ve da­ha sağlıklı biçimde yıllık muhasebe def­terlerinde açıkça gösterilirdi. Kıdemli bir müderris derecesi aşağı olan bir medre­seye tayin edildiğinde medresenin dere­cesine göre maaş almak zorunda kalırdı. Bunun aksi bir durumda ise kendi kıde­mine göre ücret alırdı. Müderrislerin mû­tat maaşları dışında taâmiye, lühûmiye, yaylakiye, bahariye gibi bazı ek gelirleri de olabilirdi. Medresenin genelde tatil olduğu ramazanda verdikleri vaazlardan da gelir sağlarlardı.

Cemiyet içerisinde itibarlı bir konuma sahip olan müderrisler her zaman saygı görmüştür. İçlerinde çeşitli eser yazanlar, tarihçiler ve şairler çıkmıştır. Ancak büyük çoğunluğu ders vermekle meşgul olmuş­tur. Müderrislerin tefsir, hadis, kelâm, aka-id, mantık derslerinin hepsini belirli kitap­lara bağlı olarak takrir şeklinde okutması onların çoğunun bir alanda uzmanlaşma­sına engel teşkil etmiştir. Beyazıt dersiam­larından Şevketi Efendi 1910’da neşretti­ği “Medâris-i İslâmiyye Islahat Programı” adlı risalesinde bu nokta üzerinde de dur­maktadır. XIX-XX. yüzyıllarda Batı usulün­de açılan mekteplerin öğretmenleri, ayrıca darülfünun hocaları için profesör karşılı­ğında müderris, doçent karşılığında mü­derris muavini tabirleri kullanılmıştır. 1933 üniversite reformundan sonra bu tabirler resmen kaldırılmıştır.

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski