Müellefetü'l kulub Nedir, Hakkında Ansiklopedik Bilgi

Müellefetü kulûb. Gönüllerinin İslâm’a ısındırılması arzu edilen kimseler anlamında fıkıh terimi.

Sözlükte “yakınlaştırmak, birleştirmek, ısındırmak” anlamındaki elf (ülfet) kökün­den türeyen müellefe ile kalbin çoğulu kulûb kelimesinden oluşturulmuş müellefetü’l-kulûb terkibi “gö­nülleri ısındırılan, yumuşatılan kimseler” demektir. Terim anlamını Tevbe süresin­deki (9/60) “el-müellefetü kulûbühüm” ifa­desinden alan tamlama, maddî ihsanda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve müslümanlara karşı yumuşatılması arzu­lanan gayri müslîmleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni mühtedileri belirtmek için kullanılmıştır. Âyette zekâtın sarf yerleri arasında müellefe-i kulûb da sayılmakta, ayrıca iki âyette  elf kökünden türeyen fiiller söz­lük anlamıyla geçmektedir. Bu kavrama pek çok hadiste de rastlanmaktadır.

Hz. Peygamberin kötülüklerinden emin olmak veya kalplerini İslâm’a ısındırmak amacıyla birçok kişiye maddî yardımda bu­lunduğu ve bu siyasetin müsbet sonuçlar verdiği bilinmektedir. Bu uygulama Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinin ilk dönemlerin­de de sürdürülmüştür. Ancak Hz. Ömer, Ebû Bekir’in bu sınıftan iki kişiye yaptığı tahsisata İslâmiyet’in yayılıp güçlendiği ve müslümanların kuvvetlendiği, dolayısıyla artık kendilerine ihtiyaç kalmadığı gerek­çesiyle karşı çıkmış, onun halife tarafından da onaylanan bu siyaseti üzerinde sahabenin sükûtî icmâı oluşmuştur. Hz. Ebû Bekir’­den sonraki üç halifenin müellefe-i kulûba fiilen maddî destek sağladığı bilinmemek­le birlikte Resûl-i Ekrem’in İslâm güçlen­dikten, Kureyş ve Hevâzin gibi büyük ka­bileler yenilgiye uğratıldıktan sonra da mü­ellefe-i kulûba ihsanını sürdürdüğü bir ger­çektir. Dolayısıyla dinin yücelmiş olması yaklaşımı izafî olup Hz. Ömer’in söz konu­su şahıslarda müsbet gelişmeler sezmiş yahut belli kişilerin asalak bir sınıf teşkil etmesini önlemek istemiş bulunması da muhtemeldir. Nitekim Celûlâ Savaşı’na ka­tılan Becîle halkının kendilerine vaad edi­len dörtte birlik ganimet hissesinin veril­mesi talebiyle başvurdukları Irak cephesi başkumandanı Sa’d b. Ebû Vakkâs’ın ko­nuya ilişkin sorusu üzerine Halife Ömer, Allah rızâsı için değil müellefe-i kulûb öde­neği uğruna savaşmışlarsa ilgili tutarın Ödenebileceğini bildirdiği kaydedilmekte­dir.

Fıkıh literatüründe müellefe-i kulûb me­selesi zekâtın sarf yerleri kısmında ayrın­tılı biçimde, siyer (cihsd) bölümlerinde ise dolaylı olarak incelenmiş, bilhassa müel­lefe-i kulûba devlet gelirlerinden pay ay­rılıp ayrılmayacağı tartışılmıştır. Hükmün neshedildiği veya askıya alındığı, illetinin ortadan kalktığı, hedeflenen amacın gerçekleştiği ve sahabe arasında anılan icmâ-ın oluştuğu gibi gerekçelerle müellefe-i kulûb uygulamasının Hz. Peygamber’den sonra yürürlükten kalktığı ileri sürüldüğü gibi bu fona ait hükmün varlığını korudu­ğu da savunulmuştur.

Hanefîler, Mâlikîler ve ekseri Hanbelîler ile Ca’ferîler’e göre Resûlullah, zekâttan müellefe-i kulübün müslümanlarınınyanı sıra gayri müslimlerine de pay vermiştir. Tevbe sûresinin S8-59. âyetleri bu gerçe­ğe işaret eder. Ayrıca muhkem sayılan 60. âyette müellefe-i kulûb sınıfı müslüman-kâfir ayırımı yapılmaksızın mutlak olarak zikredilmiştir. Şâfiîler’e, bazı Hanbelîler’e ve Zâhirîler’e göre ise zekât müslümanla-nn zenginlerinden alınıp fakirlerine veri­lir, dolayısıyla onda kâfirlerin payı yoktur. İmam Mâlik ve Şâfifye göre Resûl-i Ekrem, müşriklere kendisinin humustaki beşte bir­lik hissesinden veya fey gelirlerinden ih­sanda bulunmuş, onlara hiç zekât verme­miştir. Ahmed b. Hanbel’in kesin görüşü bunun enfâlden olduğu şeklindedir.

Hanefîler’e, meşhur görüşlerinde Mâli-kîler’e ve Şafiî mezhebindeki sahih görü­şe göre artık ehl-i küfre zekât ne gönül­lerini ısındırmak ne de başka bir sebeple verilebilir. Onlara İslâm’ın ilk dönemlerin­de zekât verilmesi müslümanlara nisbetle güçlü olmaları yüzündendi; müslümanlar güçlendikten sonra maddî İhsanlarla kâ­firlerin gönlünü kazanmaya ihtiyaçları kal­mamıştır. Buna karşılık bir kısım Mâlikî­ler, Hanbelîler’in çoğunluğu, bazı Şâfiîler ile Ca’ferîler ve Zeydîler, ihtiyaç duyulma­sı halinde bu hükmün her devirde geçer­liğini koruduğunu ileri sürer. Hanefî âlimi Cessâs’a göre zaman içinde uygulamanın yeniden başlatılmasına duyulan ihtiyaç ci­hadın terkinden kaynaklanmaktadır; müs­lümanların toparlanıp güç birliği yapma­ları halinde müellefe-i kulûba gerek kal­maz. İslâm’ın hâkim olduğu dönemlerde müellefe-i ku­lûba artık yardım yapılmayacağı görüşü rahatlıkla savunulurken müslümanların güçlerini kaybetmesiyle beraber bu yakla­şım değişmeye başlamış, her mezhepten hukukçular, ya müellefe-i kulübün nitelik­leri hakkında seçici davranarak ya uygula­mayı ihtiyaç zorunluluk dönemlerine in­dirgeyerek veya bunlara yapılacak ihsan­ları maksada ulaştıracak asgari miktarla sınırlayarak yahut kendilerine tahsis edi­lecek fonların türünü kısıtlayarak hükmün yürürlüğünü savunmuşlardır.

İmam Şâfıî, mensubunun bulunmama­sı durumunda müellefe-i kulûb fonunun diğer kalemlere aktarılacağını, bazı Şâfiîler ise sınır boylan savunmasının tahkimi­ne harcanacağını düşünmektedir. Hanefîler, Mâlikîlerve Hanbelîler’e göre müellefe-i kulûb hissesi diğer ye­di kaleme dağıtılır. Müslümanların masla­hatına harcanacağı veya bu kararın dev­let başkanının içtihadına bırakılacağı da söylenmektedir.

Kurtubî’ye göre gayri müslimlerin İs­lâm’a kazandırılmasında aklî delillerle ik­na, maddî yardım vb. yöntemlerden han­gisinin uygulanmasının müslümanlara ya­rar sağlayacağına devlet başkanı karar ve­rir. İbn Kayyim el-Cevziyye de devlet başkanının müslümanların zarar görmesini engellemek için icabında düşmanlara maddî ihsanda bulunması ge­rektiğini, “Ehven-i şerreyn irtikâb olunur” küllî kaidesine işaretle açıklamaktadır. Müellefe-i kulûb sını­fına mensup olanların tesbiti ve destek­lenmesinin gerekip gerekmediği, kendile­rine aktarılacak ödenek miktarının ve sü­resinin tayini fertleri aşan siyasî ve içtimaî bir görev olduğu için esasen bu iş devlet başkanının, onun yokluğu veya ilgisizliği durumunda zekâttan sorumlu mercilerin yükümlülüğündedir. İmam Şa­fiî’ye göre aralarında müellefe-i kulübün da bulunduğu sınıfların mensuplarını ze­kâtın tevziinden sorumlu kişi belirleme­lidir. İmâmiyye’ye göre Hz. Peygamber’in makamına kâim olan imam müellefe-i kulûba dilerse zekâtın ilgili ka­leminden, dilerse mesâlih fonundan pay verebilir; ondan başkası için cevaz yoktur. Otorite boşluğunun bulunduğu dönemlerde bunu cemiyetlerin, cemaatlerin ve kurumların yapması da tecviz edilmiştir. Fertlerin da­hi kendi toplumlarında diğer hak sahibi sınıflara mensup kimse bulamadıkları ve başka yerlerdekilere ulaşamadıkları tak­dirde zarureten müellefe-i kulûba zekât verebileceği belirtilmiştir.

Literatürde bir kimsenin müellefe-i kulûbdan sayılmasının nasıl kararlaştırılaca­ğı kendilerine verilen payın onlar tarafından temellükü ve sonuçları müellefe-i ku­lûb fonundan pay ayrılacaklarda fakirlik şartının aranıp aranmayacağı, kadınların müellefe-i kulûb sınıfına dahil edilip edil­meyeceği gibi hususlar tartışılmıştır.

Söz konusu fondan verilen hissenin, ama­cı aşacak miktarda olması veya fondan ya­rarlandırılan kişinin bu maksadın gerçek­leşmesini engellemesi durumunda geri alı­nacağı şerrinden korunmak için kendisine müel­lefe-i kulûb hissesinden tahsisatta bulu­nulduğunu öğrenen müslümanın bunu ka­bul etmesinin caiz olmadığı zekât alması helâl sa­yılmamakla beraber gönlünün kazanılma­sına ihtiyaç duyulan kimseye söz konusu fondan zekât verilebileceği zekât kurallarına aykırı düşmekle birlikte Hâşimoğulları’ndan kalp­leri İslâm’a ısındırılmak istenenlere de il­gili kalemden pay ayrılabileceği belirtilmiştir.

Genelde zekât, özelde ise müellefe-i ku­lûb fonu İslâmiyet’in siyasî, dinî ve içtimaî bakımdan güvenlik ve dayanışmaya ver­diği önemi yansıtması yanında dinin teb­liğ ve yayılması yönündeki gayretlerin malî kaynaklarla da desteklenebileceğim gös­termekte, dolayısıyla günümüzde de gün­celliğini korumaktadır. Kuveyt’te 2-3 Ara­lık 1992 tarihinde yapılan Güncel Zekât Me­seleleri Üçüncü Toplantısfnda alınan ka­rara göre müellefe-i kulûb zekâtın sekiz harcama kaleminden biri olup bu husus neshedilmemiş muhkem bir hükümdür. Müellefe-i kulûb payının harcanmasında dinin gayesine ulaştıracak maksat ve yön­temler gözetilmeli, sarfiyat diğer zekât sınıflarına zarar vermeyecek ve ihtiyacı kar­şılamaya yetecek kadar olmalı, hedef kitle belirlenirken bağışların dine ve inananlara zararlı sonuçlar doğuracak alanlara akta-rılmamasına titizlik gösterilmeli, amacın gerçekleşmesine en uygun, en verimli, en etkili yol ve yöntemler seçilmelidir.

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski