Augustinus Kimdir, Hayatı, Felsefesi, Eserleri, Hakkında Bilgi

AUGUSTINUS, Aurelius (354-430)

Kuzey Afrikalı tanrıbilimci. Felsefe ile Hıristiyan inançlarını uzlaştırmaya çalışarak dinden kaynaklanan bir öğreti kurmuştur.

Cezayir’de, Thagaste’de doğdu, Kartaca’da öldü. Önce öğrenimini tamamladığı doğduğu kentte sonra da Kartaca’da felsefe okuttu. Roma’ya daha sonra da Retorik okutmak üzere Milano’ya gitti. Hıristiyanlık’] benimsedikten sonra öğretmenliği bıraktı (389).

Augustinus Cicero’nun bugün elde bulunmayan Hortensius adlı yapıtını okuduktan sonra Milano’da Yeni-Platonculuk’u ve Hırıtiyanlık’ın bu kurama getirdiği açıklamaları öğrendi. Kuzey Afrika’ya geri Bilgi dönerek birkaç arkadaşıyla birlikte yarı dinsel bir topluluk oluşturdu. İki yıl sonra din adarnı olarak görev alınca bu topluluk dağıldı. Bu arada felsefe konularım işleyen yapıtlar da vermeye başlamıştı. Yapıtları arasında en önemlisi olan ve kendi ruh gelişimini konu alan Confessiones, düşüncelerinin ana çizgilerini tanrıbilimci bir çerçeve içinde verir.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne tanık olması, düşüncelerinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Yapıtları Roma’nın kalıntıları içinden doğan “Hıristiyan felsefesi”nin biçimlenmesinde kaynak niteliğindedir.

Hıristiyan felsefesi

Augustinus bir Hıristiyan felsefesinden sözeder. Bu niteleme onun için bugün uyandırdığı çelişkili izlenimden uzak bir anlam taşır. Felsefeyle ilgili bir araştırmanın nesnesi olabilecek her şeyin Hıristiyanlık’ta bulunduğunu savunmuş, Yeni-Platonculuk’u da bu amaca uygun görmüştür. Felsefeye şu temel soruyla girdi: “Felsefeden bilgeliği aramayı ve bilgelik sevgisini anlıyorsak, çoktanrıcılık gerçek ve tek felsefe olan Hıristiyanlık’tan daha iyi bir felsefe üretebilir mi?”

Hıristiyanlık’ı benimsemesinden sonra, bu dini insanı mutluluğa götüren tek yol, dolayısıyla da tek gerçek “felsefe” olarak gördü. Augustinus’a göre, Hıristiyanlık’ı onun bildiği filozoflardan, özellikle de Yeni-Platoncular’dan ayıran, dünya, insan, Tanrı konusundaki görüş ayrılıkları değildir. Bu nedenle Hıristiyanlık’m görüşleri ile Yeni-Platoncu görüşleri bağdaştırmaya çalıştı. Yeni-Platoncular’m görüşlerinde Tanrı, kutsal üçlü ve insan ruhu konusunda Hıristiyanlık’ın öğretisine koşut görüşler olduğunu ileri sürdü. Onlarda bulamadığı tek şey, İsa’nın yeniden doğuşu görüşüdür. Bu konu Augustinus için çok önemlidir. Çünkü, kilisenin öğretisi ile filozofların öğretileri arasındaki temel ayrılık buradadır. Ona göre bilgelik sevgisi, tanrıbilimci bir anlam içinde, Hıristiyanlık’ın ilkeleri ile bağdaştırabilir.

Yeni-Platonculuk’

Augustinus, Platon ve Yeni-Platonculuk’tan çok etkilenmiş, onlardan aldığı felsefe kavramlarını kendi anlayışına göre yorumlayarak dinle felsefeyi uzlaştırmaya çalışmıştır. Onu, İlk Çağ felsefesinden kaynaklanan görüşlerinden arındıran ve kendine özgü bir düşünce biçimi oluşturmasını sağlayan bu anlayış olmuştur. Onun anladığı felsefe insanları mutluluğa ulaştırma yoludur. Bu mutluluk Tann’mn katında gerçeğin gözlenmesidir. Hıristiyan felsefesi ile eski Yunan düşüncesi arasındaki ayrım, birincinin, kutsal eylemlerin vahy yoluyla tanrısal bir sunuluş olmasına dayanmasıdır. Augustinus’un felsefesi, felsefe ve tan-rıbilim arasındadır. Üzerinde önemle durduğu konu, usun Hıristiyan felsefesi içinde tuttuğu yerdir. Onun inanca, tek başına, bu felsefe içinde yer vermeyişinin nedeni, inancın bütünlüğe ulaşamamış, yetkin olmayan yapısından dolayıdır. Augustinus’un düşünce ortamında inanç bir başlangıçtır. Konuyu anlamak için gerekli bir ilk adım olmaktan ileri gidemez. Bu nedenle Credo ut intelligam (anlamak için inanıyorum) demiştir. Buna göre de inanç ustan önce gelir; çünkü insan, inanç olmadan, us nesnesi olan, mutluluğa erişemez. Bir yönden de inancın usa göre ikincil bir önemi vardır. Çünkü o kör bir benimsemedir, oysa us zihine sezgi gücü sağlar.

Bilgi

Augustinus’a göre bilgi, ruhun işlemleriyle orta- < ya çıkan, “us ile donatılmış ve gövdeyi yönetmeye elverişli bir töz”ün ürünüdür, insan gövde ile ruhtan oluşmuş bir bütündür. Bunlardan herhangi birinin eksikliği de insanın olmaması demektir. İnsan her ne kadar bu iki nitelikten oluşuyorsa da yine tektir, birdir. “İnsan, görebildiğimiz kadarıyla, maddi bir gövdeyi kullanan usla donatılmış bir ruhtur.” Ruh her ne kadar gövdeden ayrıysa da, gövdeye göre yönlendirici bir işlevi vardır. Bu açıklamada temel görüş, Platon’dan alınmıştır. Augustinus bu görüşü, kendi Hıristiyan felsefesini de ekleyerek, yeni bir yorumdan geçirmiştir.

Augustinus’un duyu-bilgisini ele alışı ve bu bilgiye verdiği yer, ruh-gövde ilişkisinde ortaya koyduğu görüşlerin çıkmazım göstermeye de yarar. Duyu bilgisi de, öteki bilgilerde olduğu gibi, ruhun bir işlevidir. Gövde usun yönettiği bir araç olarak görüldüğü için, duyu bilgisi her iki edimi de içerir. Anlığın edimi ile anlığın duyu bilgisinde kullandığı organizmanın edimi arasında ayrım vardır. ”… duyum anlığın gövdenin deneyimlerini bilmesi demektir.”

Augustinus, duyu algıları ile ilgili kuramına, bir duyu organının tek başına yeterli olamayacağı, anlığın bu edimin bilincine varması gerektiği görüşü ile başladı. Bunu pekiştirmek için, ruhun gövde içindeki işlevini ele aldı. Ruhun işlevinin gövdeyi canlı tutmak olduğunu düşündü.

Augustinus, ruh-gövde ilişkileri sorununun aydınlığa kavuşması için, düş gücünden de yararlanmıştır. Görüler arasında bir ayrım bulunduğunu ileri sürmüştür. Bunların “maddesel” ve “tinsel” olan iki türünden ilki, gözle görmedir. Bu görü, anlığın denetimi altında bulunan maddesel görü olmadığı zaman da, onun ortaya çıkmasını sağlayan, anlıksal süreçle birlikte varolur. Tinsel görü ise, özdeksel görme olmadan da özdeği görmedir, onu düşlemektir. Burada doğrudan görme ile düşleme arasında anlık açısından önemli ayrım yoktur. İki durumda da gördüğünden yola çıkarak görüntüyü yaratan anlığın kendisidir. Anlığın önünde olan, nesneler arasındaki benzerliktir, nesnelerin kendileri değildir. Augustinus’a göre ayrım, birinde birbiri ardından gelen gövdesel değişmelerdir, ötekinde ise bunların eksikliğidir.

Duyuların bilgi sağlama sürecinden etkilenmeyen, kuşkulanılmayacak kimi gerçekler de vardır. Bunların arasında matematiğin ve mantığın gerçekleri önemli bir yer tutar. Bunlara ek olarak, temel değer yargıları da gerçekler arasında yer alır. Matematik ve mantığın gerçekleri evrenseldir, zorunludur ve değişmezdir. Bu özelliklerin hiçbiri duyu bilgisinde yoktur. Deney yoluyla elde edilen bilgi, kimi matematik önermeleri doğru, kimilerini yanlış saymada bize yardımcı olamaz. Oysa matematiğin ilkeleri deneyi açıklamada yararlı olabilir.

Augustinus’un deneye dayalı bilgi ile deneye dayalı olmayan bilgi arasındaki ayrımı açık seçik gösterdiği söylenemez. Onun duyu bilgisi üzerinde durması Yeni-Platonculuk’un ruhla ilgili görüşlerini biraz değiştirmesinden kaynaklanır.

Augustinus, deneye dayanmayan bilgiyi ele alırken, “birlik” kavramım kullanmıştır. Sayı kavramında bulunan birlik düşüncesi, matematikkavramlarm “kategorik” yapısını anlamaya yardım eder. Birlik, deneye dayalı bir kavram değildir; ancak o kullanılarak
deneylerin içeriği açıklanabilir.

Augustinus, bu iki tür bilginin ayırımlarını vurgularken, bir yandan da aralarında bir ilişki kurmaya çalıştı. Evrensel gerçeklerle ilgili bilgiler de bir tür deneysel bilgidir. Ayrılıkları, duyumla elde edilen deneyden daha üst düzeyde bir deneyle elde edilmelerindendir. Gövde işe karışmadan yalnız anlığın yardımıyla elde edilen bu deney, duyularla elde edilen deneyin tersine, belirsizliklerle çevrili değildir.

“Aydınlanma Kuramı”

Augustinus, bu tür deneylerin yapısını özdeksel görüye benzetti ve çoğunlukla da bu yapıyı bu tür görünün kendisi olarak nitelendirdi. Gövdesel duyular için görme ne ise, anlık için anlama da odur. Bu görüşler adım adım Augustinus’un “aydınlanma kuramı”na götürür.

Bu görüşe göre, düşünme ve uslamlama nesnelerini (konularım) yaratamazlar, arar bulurlar. Augustinus bunun evrensel bir doğru olduğunu düşündü. Mantık, matematik ve ahlak yargıları arasında temel bir ayrım yapmadı. Böylece de kuşku duyulmayan nesnelerin alanını, “bilgelik” dediği bütün nesneleri içerecek nitelikte, bir ortam olarak genişletti. “Evrensel gerçekler” alanının genişletilmesi sonunda, bu gerçekler, anlıksal gerçeklikler dünyasında, anlamaya açık, kesin, bütünüyle gerçek olarak yer alır. Anlığın eylemleriyle kurulan bu dünya, Augustinus için kutsal zihin ile eş anlama gelir. Kutsal anlık, varolan bütün nesnelerin ilk biçimlerini taşır. Augustinus bu özdeşleştirmeyi daha da ileri götürmüş ve Tanrı’nın yaratıcı bilgeliği ve “Kelam”ı ile bir görmüştür.

Nesnelerin biçimleri kutsal anlığın içindedir, insanların bunları bilebilmeleri, insan anlığını aydınlatan kutsal bir ışık aracılığıyla olur. Augustinus “aydınlanma” sözünden değişik anlamlar çıkardı: Anlığın, Tanrı “Kelam”mdan pay alması, Tanrı’nın anlıkta ortaya çıkan içsel bir varlık olması, İsa’nın insan ruhuna girip bir şeyler öğretmesi.

Biçimler, kutsal ideler, evrensel gerçekler niteliğindeki bilgi, Augustinus’a göre, anlığın önceden saklaması ve sonra anımsaması ile ortaya çıkmaz. Anlıkta sürekli olarak varolan “ışık” ile bulunur, ortaya çıkarılırlar.

Anımsama

Augustinus’a göre anımsama, nesnenin anlıkta parça parça bulunması, ancak o anda önünde hazır olmaması durumudur. Daha önce edinilmiş deneylerden bir bölümü istendiğinde anımsanabilir. Bu tür bilgiler, o andaki duyu izlenimlerini taşımaz, daha önce edinilmiş deneyler üzerine kurulur. Anımsamanın alanı çok geniştir. Ben bilgisi, us gerçeklerinin bilgisi, Tanrı bilgisi anımsamanın sınırları içinde yer alır. Bu da gösterir ki anımsama yalnız geçmiş deneylerle sınırlı değildir, usta gizli olan nesneleri de kapsar.

Felsefenin amacı insanların mutluluğa erişmelerini sağlamaktır. Mutlu olabilmek ise insanın eylemlerine bağlıdır; ahlak sorunları bu bağlamda ele alınmalıdır. Augustinus’un insan eylemleriyle ilgili düşünceleri büyük ölçüde tanrıbilim görüşlerinden türemiştir. Bu görüşlere göre insan, Tanrı’nın bir yaratısıdır. İnsanla Tanrı arasında bu ilişkiden doğan bir sevgi bağı vardır. İnsan bu ortamda erinç bulur. Onun dışında kalan ne varsa savaşım ve gerilimdir. İnsanın doğasında sayısız itkiler, güdüler vardır. Bunların bir bölümü bilinçlidir, bir bölümü değildir. Oysa hepsi, insan ister anlasın ister anlamasın, insanı Tanrı’ya götüren yollardır. İnsanın Tanrı’ya doğru gidişi onun özü gereğidir. Augustinus, insanın, doğasına uygun olana doğru gidişini “sevgi” diye nitelendirir. “Sevgi” insanı çeken devindirici bir güçtür.

insanın güdüleri ve itkileri, karmaşık oldukları gibi, birbirleriyle de çelişebilir. İnsan yapısının bu ikiliği, us taşıyan varlıklara özgüdür. İnsan bir istenç, bir us varlığı olması yüzünden, Incil’in bildirdiği suçu işlemiş, kötüyü seçmiştir. Adem’in işlediği suç yüzünden düşüşü, ondan gelen bütün insan soyunu ilgilendiren bir olaydır.

Birbirleriyle çelişen istekler, eğilimler, tutkular, duygular ve itkiler, eylemin kaynakları, ahlak bakımından eş tutulamaz, insan us taşıyan bir varlık olarak, belli bir anlamda, kendi kendisinin efendisidir. Ondan beklenen doğal güdülerini düzenleyebilmek ve aralarında seçim yapabilmektir. Kimi durumlarda, insan bu seçimleri yaparken, kendini içinde bulunduğu doğal güçlerin etkisine bırakıverir. Bu durumda direnmemeyi seçmiş demektir. Augustinus insanın içine düştüğü bu durumu alienatio olarak adlandırdı. Bu durum insanın bir türlü duygusal tutsaklığıdır. Bir tür aldırmazlıkla başlayan bu durum daha sonra istenmeyen bir tutsaklığa dönüşebilir.

İnsanın görevi, eğilimlerini ve güdülerini, us ve ahlak ilkelerine uygun olarak iyi bir biçimde düzenlemektir.

Erdem ise ahlak yetkinliği, iyilik, insanın kendisi için doğru bir düzen kurmasıdır. Bu düzen önce insanın nesnelere verdiği değerde, daha sonra kendi yaşamında ortaya çıkar. Augustinus, bu düzene “yasa” adını verdi. Bu kavram genel olarak uygar hukuku kapsadığı gibi, pozitif yasayı da kapsar. İnsanların koyduğu yasalar, kimi zaman, dengeli olmayabilir. Bir yerden bir yere ve zaman içinde değişiklik gösterir. Ayrıca insan eylemlerinin her türünü de kapsamayabilir. Ancak, bu yasaların arkasında onlara ölçü olabilecek bir başka yasa vardır. Bu yasanın kapsamına girmeyen insan eylemi ve durumu yoktur. Evrensel olarak değişmez bir nitelik taşıyan bu yasa Tanrı’nın “egemen usudur”. Önsüz-sonsuz olan bu yasa, ölümsüz gerçeklerle özdeştir.

Düzen, eylemlerde usa uygunluğun ortaya çıkmasıdır. İnsan eylemleri söz konusu olduğunda, us ilkelerine uygun düzen, hem ulaşılacak erek, hem de eylemleri yargılamanın ölçütüdür. Kutsal eylemlerde, amacına ulaşmama söz konusu olamaz. Düzen, bu eylemlerle ilgili olarak düşünüldüğünde, saklı kalan usa uygunluğun ortaya çıkmasıdır.Yaratılmış dünya, kutsal eylemin bir ürünüdür. Bu yüzden de usa uygun bir düzen içinde olmalıdır. Düzen düşünceleri Augustinus’un yalnız etikle ilgili görüşlerinde yer almaz. Tanrı ile ilişkili dünya anlayışında da bulunur. Ayrıca, insan toplumlarıyla ilgili görüşlerinde de düzen düşüncesi önemli bir yer tutar.

Evrende ne varsa Tanrı’nın amacına göre düzenlenmiştir. Bu yüzden varlık, yalın olarak, belirli parçaların bir bütünü oluşturmak için bir aradalığı diye görülemez.

Augustinus’un “düzen”le ilgili açıklamaları din ve ahlak sorunlarını içerir. Bunları Tanrı’mn varlığını saptamakla bağlantılı yorumlar diye anlamanın gereği yoktur. Tanrı bütün varlık türlerini yarattığına göre, o    nesneleri onun yapıtı ‘olarak görecek biçimde kendimizi eğitmeliyiz, yarattıklarının arkasında onu görmeliyiz, onu görünce de ona bağlanmalıyız, onun yarattığı nesnelere değil.

Zaman sorunu, Augustinus’ta yeni bir yorum kazanır. Ona göre zaman bir anımsama olan geçmiş, bir bekleyiş olan gelecek ve içinde yaşanan “şimdi” den oluşan bir süreçtir, bağımsız bir varlık değildir; daha doğrusu zaman yoktur. Bu süreç içinde ortaya çıkan tarih de yinelenmeyen başlangıçtan geleceğe doğru uzayan bir akıştır. Bu akış ilk “günah”tan başlar, İsa Mesih’in gelişine değin sürer.

Nesneleri üreten kutsal bilgidir, insan bilgisi ise nesneleri anlamaya çalışır, anladığı zaman da doğru bilgiye ulaşmış olur. Nesnelerin doğru ve gerçek olmalarından, Tann’mn yaratıcı idesinin ürünleri oldukları sürece, söz edilebilir. Tanrı bütün süreçlerde ve olaylarda vardır. Doğanın akışı içinde, nesnelerin oluşlarını düzenleyen yasalar yalnız Tanrı’da bulunmakla kalmaz Tanrı onları, kendi yarattığı yaratıklara da aktarır. Tanrı “omnipotens”tir ve bu gücü, bilgeliğinin gücüyle, birlikte taşır. Tanrı kendi-kendisiyle çelişkili bir nesne yaratamaz. Bu onun gücünde bir sınırlama anlamına gelmez; yaratamayacağı bir nesne yoktur, ancak yetkinliği bu tür bir nesne yaratmasını önler.

Augustinus’un yaratılmış varlıklar ve bilgi ile ilgili görüşü, onun “bilmek istediğim, Tanrı ve kendi ruhumdur, başka hiçbir şey değil,” sözlerinde son biçimini almıştır.

Confessiones hem sonraki Hıristiyan düşüncesinde hem de genel olarak felsefe üzerinde çok etkili olmuştur. Bu yapıt bir “doğruyu bulma” örneği olarak birçok mistik filozofa ışık tutmuştur.

Bu Augustinus’un içtenliğinin en yoğun örneklerinden biri, “ve nasıl bir yer var ki bende gelebilsin Tanrı içime?” diye haykırdığı yerdir. Orta Çağ’a egemen olacak mistisizm için çok önemli bir kaynak oluşturan Augustinus, öte yandan, yoğun dinsel karamsarlık için de bir kaynaktır: “Yoktur yer; gideriz, geliriz; yoktur yer” sözleri bu inancı dile getirir.

Augustinus’tan sonra, Hıristiyanlık yavaş yavaş karanlık bir çağa girmiş ve onun yaşamla bağlantılı olduğu ileri sürülen görüşleri katı dogmalara dönüşmüştür.

•   YAPITLAR: Contra Academicos (“Akademiacılara Karşı”); Retractationes (“Geçmişe Bakışlar”); De Beate Vita (“Mutlu Yaşam Üstüne”); Soliloguia (“Söyleşiler”); De immortalitate animae (“Ruhun Ölümsüzlüğü Üstüne”); De Civitate Dei (“Tanrı Devleti Üstüne”); Confessiones (“itiraflar”); De Doctrina Christiana(“Hıristiyan Öğretisi Üstüne”); De Gratia et Libero Arbitrio (“Tanrı Kayrası ve Özgür IstençÜstüne”); De Trinitate (“Üçleme Üstüne”); Speculum (“Gözlem”); Ep ıs t ula e (“Mektuplar”); Opera Omnia, 1835.

•    KAYNAKLAR: R. Berlinger, Augustinus Dialogische Metapbysik, 1961; H.J. Kaisar, Augustinus, Zeit und “Memoria”, 1969; W. Kamlah, Christentum und Geschich-tlichkeit bei Augustinus, 1951; F.G. tAzier Augustinus und das Antike Rom, 1956.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski