İbn-i Haldun Kimdir, Hayatı, Felsefesi, Hakkında Bilgi

İBN HALDUN (1332-1406) Tunuslu filozof ve toplumbilimci. Toplumsal evrim ve tarih felsefesi alanında gözlem ve deneye dayalı çalışmalarıyla İslam düşüncesinde yeni bir dönem açmıştır.

Muhammed b.Abdurrahman İbn Haldun, Tunus’ta doğdu, Kahire’de öldü. Yemen’in Hadramut ilçesinden Endülüs’e, III.Ferdinand’m İspanya’yı ele geçirmesi üzerine de Tunus’a göçen soylu bir ailedendir. İlköğrenimini babasından gördükten sonra, çağının ünlü bilginlerinden, Ebu Abdullah Ensari’den din, El-Hasayidi’den Arap dili ve edebiyatı, Muhammed b.Cabir’den fıkıh ve Hadis, İbn Abbali’den felsefe okudu. Bir süre de Tunus’ta Zeytuniye Medre-sesi’nde öğrenim gördü. Bilgisini artırmak, değişik toplumları tanımak ve gözlemlerde bulunmak üzere İspanya, Mısır, Cezayir gibi İslam ülkelerini gezdi.

İbn İshak, Taberî, Kelbî ve Mes’udî gibi tarihçilerin yapıtlarını inceledi. Fas, Granada, Biskra, Kahire illerinde kadılık görevinde bulundu.

Felsefe ve toplum sorunlarını, düşüncelerinin odağını oluşturan tarih anlayışına dayanarak açıklamaya çalışan İbn Haldun’a göre tarihsel olayların kendi içinde bir mantığı vardır, insan mantığı da bundan kaynaklanır. Bu nedenle tarih insan varlığıyla bağlantılı kurumsal düzenin bilimidir. Bu kurumsal düzenin özünü oluşturan toplumsal varlıkların kaynağı da insan yaşamıdır, insan yaşamının içinde geçtiği toplumu oluşturan, inançlar, gelenekler, dinler, alışkanlıklar, törenler, karşılıklı ilişkiler gibi öğelerdir. Bunlar, belli bir anlamda da, toplumsal düzenin yapısını kuran ve ülkeden ülkeye değişen biçimlenmelerdir.

İnsan, içinde yaşadığı toplumun genel kurallarına uyma gereğinde olduğundan, ikisi arasında birbirini koşullandıran bir varlık bağlantısı vardır. Toplumların biçimlenmesinde insanın etkinliği, tutum, davranış ve düşünceleri gibi, belli bir yaşama ilkesine bağlanmasında da toplumsal düzenin etkinliği söz konusudur. Toplum bireylerden oluşan, dayanışma, işbirliği ve inançlar ile dış etkiler gibi kendine özgü koşulları, biçimlendirici ilkeleri bulunan, zorunlu bir varlıktır.

Üç tür toplum
Bu üç biçimlendirici ilke bireylerin birleşme, anlaşma ve belli bir düzene göre güven içinde yaşamalarını sağlar. Toplum biçim bakımından vahşi, yarı-vahşi ve kabile olmak üzere üç türlüdür. Her türün kendine göre bir yaşama özelliği vardır. Vahşilerde avcılık, yarı-vahşilerde çobanlık, kabilede tarım geçerlidir ve başlıca geçim kaynağıdır. Hangi türden olursa olsun, toplumun özü kan bağından kaynaklanan dayanışmadır (asabiye). Kan bağı kent yaşamına geçince toplumsal bağlılığa dönüşür. Toplumsal gelişmenin son aşaması kan bağı dayanışmasından kurumsal ve düzenli yaşama biçimine geçiş olan devlettir.

Devlet
Devletin temelipi oluşturan öğeler de işbölümü, bireysel egemenliğin yasal egemenliğe dönüşerek toplumsal bir güç durumuna gelmesi, yöneten ve yönetilenler ayrımı efendi-köle kurumudur. Burada karşılıklı çıkar çekişmeleri, birbirini kayırmalar yüzünden yönetimin belli ellerde bulundurulması da önemlidir, ibn Haldun’a göre devlet doğal bir sözleşmedir, bunun kaynağı da toplu olarak yaşama gerekimidir. Devlette egemenliğin sağlanması güçlü aileler arasındaki çekişmelere dayanır. Üstünlük, bu çekişmeler sırasında ortaya çıkan ve başarıya ulaşan dayanışmanın ürünüdür. Ancak devlet de bir toplumsal kuruluştur, toplumla iç içedir. Toplumun bulunmadığı yerde devletin varlığı söz konusu değildir, ancak her toplum da bir devlet bütünlüğü kazanmış sayılmaz. Devletin doğuş, gelişme ve dağılma gibi üç evresi vardır. Bu evreler, bir canlıdaki gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerine benzer. Bir devletin yıkılmasına yol açan olayların başında, onun özünü oluşturan, toplumun gereksinmeleri doğrultusunda gidemeyişidir. Bu durumda bir biçim olan devletle, öz olan toplum arasında kopukluk baş gösterir, biçim öze, öz biçime yabancılaşır, sonunda devlet çöker. Devletin oluş, gelişme ve çöküşü tutumlara bağlıdır. Bunlar da beş bölüme ayrılır: 1) Utku tutumu, buna dayanışma adı verilir; 2) Baskı, bu da tek elden yönetim biçimidir (istibdat); 3) Barış, bilim ve sanatların geliştiği dönemdir; 4) Çöküş tutumu, kurumsal ve toplumsal çözülme evresidir; 5) Aşırı tüketim.

Çöküş
Çöküş, bir bütün olan, devletin kurucu öğeleri arasındaki çözülmeyle başlar. Yönetenlerin baskısı ve aşırı tüketim eğilimleri, yönetilenler üzerinde ezici, taşınılmaz bir nitelik kazanırsa tabanda çatlama başlar. Bu çatlamanın ilk görüldüğü iki alan da para ile ordudur. Devlet giderleri ile gelirleri arasında denge bozulunca ordu gereğince donatılamaz, beslenemez. Bunun sonucu olarak devletin en güçlü dayanağı sarsılır, karşıt güç durumuna gelir. Ote yandan paranın değerini koruyamayışı üretim-tüketim ilişkilerini, alışveriş dengesini bozar. Bu da bireylerin devlete karşı olan güvenini ortadan kaldırır. Bu olayı vergilerin yükselişi, yağmaların çoğalması, alışverişin büsbütün durması izler. Arkasından halkın direnişi, devletten görevini yerine getirmesi istekleri, bunlara karşı devletin kendini sürdürebilme düşüncesiyle baskı yöntemine başvurması gelir.

Emek
İbn Haldun’a göre kırsal yaşama biçimiyle kent yaşama biçiminin ayrılması emeğin yoğunlaşmasından kaynaklanır. Emek, mülk edinmenin ve değerin temelidir. Emek başlangıçta, bireyin özel çalışmasıyla bağlantılıdır. Birey tarımla, hayvan beslemekle, zanaat ve alışverişle emeğini eylem alanına aktarır, onun karşılığını alır. Bu karşılığın birikimiyle daha geniş bir iş alanı açılır, böylece emek para ya da başka bir nesneye dönüşür. Bu nesne taşınır ya da taşınmaz bir varlık olabilir. Bu durumda birey, kendi yaşama ortamında mutludur. Ancak, emeğin karşılığını aşan bir tüketimin, bir verginin uygulanması bireyle devlet arasındaki uyumu bozar ve bireysel mutsuzluk başlar.

Tarih, inceleme, gözlem ve araştırmaya dayanan bir bilimdir, konusu insan ve onun içinde yaşadığı toplumdur. Ele alınan konunun nitelikleri, gelişim biçimi, nedenleri, etkisi, başka toplumsal oluşumlarla bağlantısı, insan yaşamındaki önemi bir bütünlük içinde araştırılmalıdır. Bu araştırmada olayı yönteme uygulamayı bir yana bırakarak, yöntemi olaydan çıkarma gereği vardır. Tarih, bir toplum içinde yaşayan insan gerçeğinin bir bölümünü açıklamayı
amaçlar. Tarihsel gerçeklik adı verilen bu varlık türü insan ilişkileriyle kurulur ve toplumsal oluşumların biçimlenişleri üzerinde gelişir. Tarihin bir insan bilimi olarak nitelenmesinin bir nedeni de budur. Çünkü insan ve toplum birbirini koşullayan varlıklardır. Öte yandan toplumu açıklamayı amaçlayan tarihin bağlandığı koşulları biçimlendiren belli öğeler vardır, bunlar da gelenek, töre, inanç, yönetim, eğitim-öğretim ve kültürdür. Bu öğelerin toplamı uygarlık denen başarılar bütününü yarattığından tarihi uygarlığın bilimi olarak da niteleme olanağı vardır.

Tarih ilkeleri ve yöntem
Tarih, insan ve toplumla ilgili bir bilim olarak, belli ilkelere dayanır. Nedensellik, değişim, benzerlik ve benzemezlik adı verilen bu ilkeler evrenseldir. Uygarlık ya da insanlık bu ilkelerle açıklanabilir, anlaşılabilir. Tarihin ilkelerine göre anlatılması gereken olaylarda biri somut, öteki göreli olmak üzere iki özellik bulunur. Bu özellikler de ülkelerin durumları, yaşama biçimleri, uygarlık aşamaları gibi konulardan kaynaklanır. Her ülke kendi özelliğine göre açıklanabilir. Bu açıklama özelliği tarihte yöntem sorununu dile getirir. Tarihsel yöntemin temelini gözlem, değişim, benzerlik ve benzemezlik ilkelerine dayanan usavurma oluşturur. Toplumsal değişimler ancak gözlemle saptanabilir. Değişimler çağlarla, dönemlerle, toplumsal yapılarla, değer ve davranışlarla bağlantılıdır. Bunlar kuşaktan kuşağa aktarılırken olduğu gibi kalmaz, birtakım yeni özellikler ve nitelikler kazanır. Bu sürekli değişimleri göz önünde bulundurmak tarihin yöntemle ilgili bir sorunudur. Evrenin ve toplumların yapısı durağan değil değişkendir. Tekdüze oluşan ve gelişen bir olay yoktur. Bu nedenle tarih alanında egemen süreç değişmedir. Her toplumun kendine özgü bir oluşum, gelişim ve yıkılış biçimi vardır. Tarihin bir görevi de bunu açıklığa kavuşturmaktır. İbn Haldun için tarihsel yöntem eleştiriye dayanmalı, ele alman olayın geliştiği toplumun yapısı ayrıntılarıyla bilinmelidir. Araştırıcının her türlü duygusal eğilimden, önyargıdan uzak kalması gerekir.

Felsefe
İbn Haldun’un geliştirdiği düşünce dizgesinde felsefe, usa dayalı bilimler arasında yer alır. Ancak us, bilgi üretici olmaktan çok, duyularla sağlanan izlenimleri, düşünme ilkelerine göre düzenleyici bir yetidir. Bu işlemde ussal kanıtlama geçerlidir. Ussal kanıtlama da birtakım soyut kavramlara değil bilinen, yaşanmış olaylara dayanır. Çünkü felsefenin uğraştığı sorunlar duyulur evrenin içindedir. Duyulara verilmeyen bir gerçeğin anlıkla kavranılma olanağı yoktur.

Bu nedenle tanrısal öz, yüce us evreni birer soyut varlık olup gerçekle bağlantılı değildir. Soyut varlıklar yalnız usla kavranabilir, bu da onların birer us ürünü olmasındandır. Kaynağı, oluş nedeni, ilkeleri kesinlikle bilinemeyen, yalnız soyut kavramlarla yetinerek üretilen nesnelerin felsefeyle ilgisi yoktur. Varlığı anlamak, ancak var olanı incelemek, onu kendi bütünlüğü içinde tanımaktır. Felsefenin doğaüstü varlıklarla ilgilenmesi gereksizdir. Deney verilerinde bile insanı kuşkuya düşüren durumlar bulunurken, kesin kanıtlar arama gerekimi ortaya çıkarken, usun sınırlarını aşan soyut nesnelerle uğraşmak kişiyi çıkmaza götürür.

Mantık bilinenlere dayanarak bilinmesi gereken 4 sorunlara çözüm aramalıdır. Yalnız kavramlara dayalı bir mantık kişiye yeni bir şey öğretemediği gibi düşünme yetisinin sağlıklı işleyişini de engeller. Mantığın başlıca görevi, belli ilke ve kurallara göre işleyerek usu birtakım çelişkilerden kurtarmaktır. Böylece yanlışı doğrudan ayırmaya olanak sağlar.

Bilginin kaynağı
Bilginin kaynağı duyularla sağlanan verilerdir. Duyularla verilmeyen izlenimler dışında kalan tüm bilgiler anlığın ya da usun ürettiği soyut varlıklardır. Bütün algıların temelini oluşturan duyumlardır. Algıların biriktiği, korunduğu yer bellektir. Anlık, benzer nesneler arasındaki ortak özellikleri bularak, onları birleştirerek biçimleri oluşturur. Öte yandan, birbiriyle benzerliği olmayan nesneler arasında da ortak yanlar bulunabilir. Bunlara dayanılarak soyutlama işlemi sürdürülür. Ancak bu tür bir işlemde kanıtlara dayanma gereği vardır. Çünkü soyutlamanın amacı yeni tasarımlar ortaya koymaktır.

Tin duyu, ortak duyu
İbn Haldun’a göre doğal oluşumlarda evrimsel süreç egemendir. Bu sürecin devinim ve değişim gibi iki öğesi vardır. Değişim ve devinim gelişmeyi sağlar. Özellikle özdeksel olaylarda devinim ve değişim daha kolay gözlemlenir. Madenlerden başlayan bu gelişme aşama aşama bitki ve hayvana değin yükselir. Bitkisel alandaki gelişmenin son aşaması hayvansı düzeyin ilk basamağını oluşturur. Doğal varlıklar alanında, sürekli bir dönüşüm vardır. Birbirine benzer nitelik taşıyan nesnelerin dönüşümü zorunludur. Devinim, değişim ve dönüşüm gibi üç öğesi bulunan gelişimin son aşaması insandır. İnsan, düşünen bir varlık olarak, duyu ve kavrama yetilerini zaman süreci içinde geliştirerek evrimleştirir. İnsanda kavrama gücünü ve devinimi sağlayan tinsel etkinliktir. Bu etkinliğin üstünde salt us ile salt kavrayış yetisi bulunur. Salt kavrayış aşamasına yükselmenin yolu da gövde ve tin bakımından yetkinleşmedir. İnsan tini gözle görülmez, ancak gövde işlevlerinde yansır. Gövdenin duyu öğeleri tinin birer aracı niteliğindedir. İnsanda biri dış, biri iç olmak üzere iki duyu gücü vardır. Dış duyu güçleri, duyular aracılığıyla iç duyu güçlerine bağlanır. Bu bağlılık iç duyunun ilk biçimi olan ortak duyunun doğmasına olanak sağlar. Ortak duyuya düş gücü de denebilir. Düş gücü nesnel dünyayı gerçeğinden soyutlayarak birtakım gerçek dışı varlıkların ortaya konmasını sağlar.

İbn Haldun, insanları, tinsel yapıları bakımından tutkulu, tinsel ve tinsel-üstü olarak üçe ayırır. Bu üç değişik nitelik insanda kişiliği oluşturur. Ancak bu niteliklerin de kaynağı toplumdur. İnsanda doğuştan olan ve değişmeyen bir nitelik söz konusu değildir. Nitekim, insanın toplum içinde kazandığı bütün alışkanlıkların kaynağı da toplumdur. Bu nedenle toplumsal yapı ile kişilik arasında bağlantı vardır. Çünkü kişilik toplumsal yapıya göre değişmektedir.

İbn Haldun’a göre bilimler usa ve anlatıma dayalı olmak üzere ikiye ayrılır. Usa dayalı bilimler mantık, doğabilim, tanrıbilim, matematik, anlatıma dayalı (naklî) bilimler de tesfir, kıraat, Hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf ve dilbilimdir. Her bilimin kendine göre bir yöntemi vardır.

İbn Haldun, yaşadığı çağda egemen olan dine dayalı yönetim nedeniyle, uzun süre anlaşılamamış, ancak 19.yy ortalarından sonra, özellikle toplumbilimin doğuşuyla, önem kazanmış, düşünceleri büyük bir ilgiyle karşılanmıştır. Onun geliştirdiği tarih ve toplum görüşü, çağının bilimsel düzeyini aşan bir düşünce ürünü olarak nitelenmiştir. Bu nedenle gözlem ve deneye dayalı bir toplumbilim anlayışının öncüsü sayılmaktadır. Batı’da Carra de Vau, Cl.Hu-art, Brockelmann, Osmanlı ülkesinde Naima, Münec-cimbaşı, Kâtip Çelebi ve Cevdet Paşa’yı etkilemiştir.

• YAPITLAR (başlıca): Mukaddime, (ö.s.), 1857.

• KAYNAKLAR: J.Boer, Geschichte der Philosophie im İslam, 1901; G.Bouthoul, ibn Khaldoun sa philosophie sociale, 1930; Z.F.Fındıkoğlu-H.Z.Ülken, İbn Haldun ye Felsefesi, 1940; Z.V.Togan, Tarihte Usul, 1950; H.Z.Ü1-ken, İslam Felsefesi, 1967.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski