EBULHATTAB ( ? -760) Arap, mutasavvıf. Tanrı’nın insanda görünüş alanına çıktığını ve imamın tanrısallığım ileri sürmüştür.
Doğduğu yer bilinmiyor, 760’ta Kûfe’de öldü. Gerçek adı Ebullıattab Muhammed b. Abi Zeyneb el-Es’adi’dir. Yaşamı konusunda yeterli bilgi yoktur. Önce İmam Cafer Sadık’m görüşlerini benimsemiş, onun yandaşları arasına katılmış, sonra Halife Ali ve onun soyundan gelenlerin tanrısal kimseler olduklarını ileri sürünce o topluluktan koyulmuştur. Cafer Sadık, Halife Ali ile soyundan gelenlere tanrısallık yükleyen bir kimsenin müslüman olamayacağını, İslam, dininden saptığını söyleyince, Küfe valisi İsa b.Musa, yargılanmak üzere Ebulhattab’ı yakalatmış, sonra başını keserek Halife Mansur’a göndermiştir.
Ebulhattab’ın ileri sürdüğü düşüncelere göre Tanrı ile yetkin insan arasında ayrılık yok, özdeşlik vardır. Tanrı en yetkin varlıktır, bilimle, istençle donanmıştır. Oysa Ali soyundan gelen imamlarda da böyle bir özellik vardır. Peygamber’in bir Hadis’inde Ali için, “ben bilimin iliyim, Ali de o ilin kapısıdır” demesinden yola çıkan Ebulhattab, salt bilgi veren yetkin bilgin olan Tanrı’ya ancak Ali’nin varlığıyla ulaşılabileceğini ileri sürmüştür: Ali bilim ve bilgi ilinin kapısıdır, öyleyse Ali’de tanrısal bir öz vardır. Bu tanrısal öz Ali’nin kişiliğinde somutlaşmıştır. Bu nedenle Ali görünen bir Tanrı’dır, Tanrı’nın özdeşidir.
Tanrı ve yetkin insan
Ebulhattab, bu düşüncelerini daha geliştirerek, Ali soyundan gelenlerin, onun aldığı tanrısal görevi üstlenen imamların da tanrısal birer kimse olmaları gerektiğini savunmuştur. Bu görüşe göre Tanrı, yalnız düşüncede yaşayan, soyut bir varlık değildir, bilim bakımından en büyük aşamaya ulaşmış bir kimsede görünüş alanına çıkarak somutlaşır. Böyle bir kimse de ancak Ali soyundan gelmiş olabilir. Tanrı ruhu, tanrısal özde görünmez bir durumdadır, bu nedenle e» soyut bir varlıktır. En yetkin insan olan Ali ile onun soyundan gelenlerin gövdelerine girince somutlaşır ve Ali soyundan gelen bir imamın ölümüyle görevi üstlenen öteki imama geçer. Bu nedenle tanrısal ruh ölümsüzdür. İmamların ölümleri de gerçek değil bir görünüştür. Ancak bütün insanlar tanrısal ruhla donanmış olamaz, yalnız Ali ile soyu böyle bir üstünlüğe ulaşabilmiştir.
Önce Ali’nin sonra onun torunu Cafer Sadık ile ondan sonra gelecek imamların tanrısallığını ileri süren Ebulhattab daha sonra kendinin de tanrısal bir varlık olduğunu, Tanrı’dan imamlık görevi aldığım ortaya atmıştır.
Ebulhattab’m ortaya attığı düşünceler, kendinden sonra geniş bir alana yayılmış, birçok tarikatın doğmasına olanak sağlamıştır. Özellikle Hattabiye adı verilen tarikat onun görüşlerini İran, Anadolu ve öteki komşu İslam ülkelerinde yaymayı başarmıştır. Ali’nin, onun soyundan gelenlerin, tanrısal birer varlık oldukları görüşü, sonraları, daha genişletilerek her insanın tanrısal bir öz taşıdığı biçimine sokulmuştur. Sebeiye, Beyaniye, Mansuriye, Hululiye, adlarıyla bilinen tarikatlar insanın tanrısallığı görüşünü benimsemiş, yaymıştır. Bu tarikatların hepsi Ebulhattab’tan esinlenmemiş sayılsa bile, benimsedikleri görüş birdir, insanın tanrısallığı görüşü, özellikle İran’da, 19. yy sonlarına değin sayısız yandaş bulmuş, yeni tarikatların ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Kimi araştırmacılara göre bu görüşün kaynağı İslam dininin ortaya çıkışından çok eskilere, çoktanrıcı inançların egemen olduğu dönemlere dek uzanır.
Gerçek ve görünüş
Ebulhattab’m ortaya attığı düşüncelere benzer görüşler ileri süren kuruluşların hepsine birden mü-şebbihe adı verilmiştir. Ali’nin imamlık (halifelik) sorununda ortaya çıkan anlaşmazlığa bağlanan ve önce Ali’nin, sonra onun soyundan gelenlerin, daha sonra da bütün insanların Tanrı’ya benzediklerini, Tanrı olduklarını ileri süren görüşler en çok tasavvufu etkilemiştir. Tasavvufta insan-Tanrı özdeşliğini savunan görüş çoktanrıcı inançlardan kaynaklanmakla birlikte müşebbihe anlayışından da beslenmiş, ona belli bir düşünce akımı niteliği kazandırmıştır. Anadolu’da gelişen, sonra Rumeli’ye, Osmanlı egemenliği altında bulunan kimi Balkan ülkelerine yayılan Bektaşilik insan-Tanrı özdeşliğine yatkın bir görüşü benimsemiştir. Bu konuda aşırılığa vardığından “gulat” adı verilen bu akımlar önce Ali’nin, sonra insanın Tanrı olduğu görüşünü geliştirmiştir. Bektaşilik’te görülen insan-Tanrı özdeşliği düşüncesinin bir kaynağı da Fazlullah Hurufi’nin görüşleridir. Fazlullah Hurufi’ye göre varlığın özü “harf”tir, insan harflerden oluşan bir bütündür, insanın yüzünü oluşturan harfler okunursa Tanrı ve Kuran ortaya çıkar. Bu nedenle insan Tanrı’dır, Kuran’dır. Öyleyse insanın insana tapması bir inanç gereğidir. Fazlullah Hurufi’nin bu düşünceleri de Ebulhattab’m ortaya attığı görüşlerle beslenmiş, sonradan yeni bir tarikat biçimine dönüşmüştür.
İslam ülkelerinde din ilkelerine, özellikle “Şeriat” denen kuruma göre yönetilen toplumlarda insan-Tanrı benzerliği, insan-Tanrı özdeşliği düşüncesi çok ağır bir suç (günah) sayılmış, sürekli kovuşturmalara uğramış, bu görüşü benimseyen birçok kimsenin boynu vurulmuştur. Ebu Hanife’nin geliştirdiği Hanefi Mezhebi’ne bağlı kalan Osmanlı yönetimi bu görüşlere karşı uyguladığı tutum nedeniyle, sık sık ayaklanmalarla karşılaşmış, büyük sarsıntılar geçirmiştir. Özellikle Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Anadolu’da ortaya çıkan, Ahiler, Abdallar, Kalenderiler, Haydariler gibi toplulukların çoğu İslam dininin ilkelerine, özüne aykırı bir görüşü benimsediklerinden toplumun genel düzenini sarsmış, ayaklanmalara neden olmuşlardır. 15-18.yy arasında görülen ayaklanmaların çoğu böyle bir nedene dayanır. İnsan-Tanrı benzerliği ya da özdeşliği görüşü yazın alanına da yansımış, halk şiirini etkilemiş, Divan şiirinin tasavvufa dayalı kesiminde ayrı bir yaşama anlayışının gelişmesine yol açmıştır.
• KAYNAKLAR (başlıca): M.Akdağ, Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, 1975; N. Çağatay-İ.A.Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, 1976, İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 1961.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi