Türk Kültürünün Kökeni Sorunu Ve “Anadoluculuk”
Türk toplumundaki ulusallaşma sürecinin arayışlarından biri de, Türk halkının, Türkiye insanının kültür kökenidir. İlk belirtileri yüzyıl başlarında görülen bu arayış, Cumhuriyet’ten sonra birbirini izleyen çeşitli tezlerle kendini gösterdi. Türk tarihinin uzun bir geçmişi olması, belli bir döneminde Türkler’in İslam dinini benimsemeleri, ardından dünyanın en eski uygarlık merkezlerinden biri olan Anadolu’ya yerleşmeleri ve 18.yy’dan sonra adım adım Doğu uygarlığından Batı uygarlığına yönelmeleri; Türk kültürünün bangi köklerden kaynaklandığı ve yeni toplumda ulusal kültürün hangi temeller üstünde kurulması gerektiği sorununa farklı çözümler önerilmesi sonucunu doğurmuştu. Bu sorun yalnızca kültür kavramı çerçevesinde değil, daha geniş kapsamlı olarak, Türk tarihinin de belirlenmesi sorunuyla birlikte ele alındı. Türk dilinin geçmişinin araştırılması ile, çağdaş Türkçe’nin nasıl oluşacağı konusu da aynı sorunun bir parçasıydı.
Pozitivist kavramların düşünce yaşamına kesin bir tavırla uyarlanması, Cumhuriyet döneminin ayırt edici özelliğidir. Bu dönemin tarih ve kültür konularındaki görüşleri de pozitivist bir yaklaşımla, “dinsel” olanla “ulusal” olanı ayırma, bir başka deyişle, laik bir kültür oluşturma çabasında birleşirler. Bu ayırım, bir başka ayırımı, “Osmanlılık-Türklük” ayırımını da içinde taşır. Geçmişindeki Osmanlılık’tan Türklük’ü arındırmayı amaçlayan Cumhuriyet’ yet’in ilk aydın kadrosu etnik (kavimci) bir milliyetçilik anlayışı geliştirdi. 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde savunulan görüşler, “Orta Asya’nın yerli halkının Türk olduğu” teziyle ortaya kondu; Orta Asya’dan göç eden Türk kavimleri, Anadolu’da Hitit, Mezopotamya’da Sümer, Akdeniz’de Mısır ve Roma uygarlıklarının temellerini atmışlardı. Türkler’in Avrupa uygarlığını hazırladıkları anlamında yorumlanabilecek bu tez, Osmanlılık’la tanımlanan yakın geçmişle bağlan kopararak, Türklük’e daha “saygıdeğer” olacağı varsayılan bir geçmiş arama özlemini yansıtıyordu. Hint-Avrupa dillerinin Türkçe’den doğduğu savma dayanan “Güneş-Dil Teorisi”, “Türk Tarih Tezi”nin dil alanına uygulanmış bir biçimiydi.
Etnik milliyetçiliğin kültür yaklaşımı, Türk kültürünün İslamlık öncesindeki köklerini içinde banndırdığına inanılan halk kültürüne yönelmeyi gerektirdi. Halkevleri’nin 1940’lardaki çalışmaları, o dönemde halk sanatlarına duyulan yoğun ilgi, folklora yaslanan bir ulusal kültür anlayışını uygulamaya koydu.
Orta Asya’nın, Avrupa uygarlığının beşiği olduğu görüşü, daha sonraki yıllarda etkisini yavaş yavaş yitirdi. Türk kültürünün kökenini arama çabası, yerini, Batı kültürünün benimsenmesi görüşüne bıraktı. Bu teze göre, Batı kültürü “evrensel” bir nitelik taşıyordu; ulusal bir kültür bireşimine varmaya çalışmak, Batı uygarlığına yönelmekle çelişen, gereksiz bir çabaydı. Kültürün laikleştirilmesi eğilimi, ilk dönemde nasıl İslamlık öncesine değin geriye uzanmayı gerektirmişse, bu dönemde de ödünsüz bir tavırla Batı’ya yönelme tezini doğurdu. Batı klasiklerinin hızla Türkçe’ye çevrilmesi, okullarda eski Yunanca ve Latince okutulması önerileri, bu tezin öngördüğü programın bir parçasıydı.
Yahya Kemal’in’’’gene bu dönemde, tarih konusunda ileri sürdüğü görüşler, her iki teze de karşıt bir nitelik taşıyordu. O, bir toplumun yaşamı üstünde etkisini yitirmiş geçmişi “tarih öncesi”, o toplumu bir ulus durumuna getiren özelliklerin oluşum sürecini de “tarih” olarak alıyordu. Bu ayırıma göre, Osmanlı dönemi canlı bir tarih, Türkler’in Anadolu’ya yerleşmeden önceki geçmişiyse, ölü bir tarihti. Yahya Kemal’in bu tarih anlayışı, kültür anlayışını da belirliyordu. Osmanlı kültürü, ulusal Türk kültürüne temel olacak biçimde, Batılı bir gözle değerlendirilmeliydi. Osmanlılık tezi, 1960’larda farklı bir açıdan, yeniden ortaya atıldı. Kemal Tabiri’, Osmanlı toplumundaki gelişme sürecinin Batı’nin tarihsel gelişme şemasına uymadığı görüşünü ileri sürerek “Türk toplumuna özgü” bir kültür oluşturulmasını önerdi.
Türk kültürünün kökeni konusundaki yaklaşımlardan biri de “Anadoluculuk”tur. Orta Asyacılık’a olduğu kadar, Batıcılık’a da bir tepki olarak doğduğu söylenebilir. Bu tezin öncüleri olan Sabahattin Eyuboğlu, Halikamas Balıkçısı’’ ve Azra Erhat’a’’ göre, kültürümüzün kaynaklarını Orta Asya’da aramak da, Batı kültürünü benimsemek de yanlıştı; çünkü Türk kültürü, Anadolu ’da yaşamış toplumlarm yarattığı kültür birikiminin süzülmüş bir ürünüydü. Öte yandan, Batı ’nın kendi uygarlığını dayandırdığı Yunan kültürü de, Anadolu’da doğmuş, orada gelişmişti. Anadolu, ulaşılmak istenen Batı uygarlığının kaynağıydı. Bu görüş, hem “yerli”, hem “Batılı” bir tez, bir bireşim olma savmdaydı. En önemli yanı, Anadolu’nun Yunan kültürü içindeki payını vurgulamış olmasıydı; bu yanıyla, Anadolu’yu eski Yunan kültürünün doğal coğrafyası içinde gören Batı’ya da bir mesaj iletiyordu.
Tezin savunucuları, Anadolu kültürlerini, aralarında herhangi bir ayınm gözetmeden, akılcı, maddeci, pozitif bilime dayalı bir dünya görüşüne kazandırmaya, geçmişin birikimini bir “Anadolu hümanizmi” çerçevesinde yorumlayıp değerlendirmeye çalışmışlardır. Anadolu insanının yarattığı sanat ve kültür ürünlerinin çeşitli niteliklerini vurgulamış, geçmişle bugün arasında bir gelenek bağı kurmak amacıyla, Anadolu kültürünün daha saf biçimlerini yaşattığına inandıkları halk köy kültürüne özel bir sevgiyle eğilmişlerdir. Uzak geçmişe duyulan ilgi, nasıl 1930’larda Orta Asya’ya yönelikse, burada da ilk Çağ Anadolusu’na yöneliktir.
Gerçekten, tezin içeriğini “Anadoluculuk” sözüyle belirlemelerine karşın, bu sözden anladıkları şey, Anadolu’nun son sahipleri olan Selçuklular’la Osmanlılar’ın kültürlerini de içine alan geniş bir bireşim değil, daha çok, ilk Çağ Anadolu toplumlarının kültürüdür. Kültürün laikleştirilmesi eğilimi burada da kendini gösterir. Gerçi Anadolu’nun İslamlık sonrası dönemlerine büsbütün ilgisiz kalmamışlardır, ama bu ilgi ya doğrudan doğruya halk kültürüne yöneliktir ya da Selçuklu, Osmanlı kültürlerinin saygın ürünleri dinsel mistik özelliklerinden yalıtılarak benimsenmiştir. Bu tutumun bir örneği olarak, Homeros’la Mevlânâ ya da Yunus Emre, içine doğdukları kültürün belirleyici yapısından soyutlanarak aynı hümanizm potası içinde eritilmişlerdir.
“Anadoluculuk” tezi Türk toplumunun aydın kesimini etkilemiş, sanatçılarda uyandırdığı ilgi, yapıtlara da yansımıştır. 1970’lere doğru, bu ilginin azaldığı görülmektedir. Bugün, daha çok romantik, duygusal bir tez olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte, 1983 yazında, Avrupa Konseyi’nin 18. Sanat Sergisi olarak İstanbul’da düzenlenen, “Anadolu Medeniyetleri Sergisi” büyük ilgi toplamıştır. Gerek bu serginin sunuluş biçimiyle, gerekse sergi dolayısıyla yazılan çeşitli yazı ve kitaplarla, Anadolu uygarlıkları geniş bir çerçeve içinde değerlendirilmeye çalışılmış, aralarındaki benzerlikler kadar, her birinin özgün yanları, farklılıkları da vurgulanmıştır.
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi