Mücahede Nedir, Ne Demek -Tasavvufta- Hakkında Bilgi

Mücâhede. Sâlikin nefis, şeytan ve düşmanla mücadele etmesi anlamında tasavvuf terimi.

Sözlükte “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden geleni yapmak” anlamındaki cehd kökünden türeyen mücâhede kelimesi tasavvufun ilk dönemle­rinden itibaren terim olarak kullanılmış­tır. Terimin içeriğini, mücâhedenin üç tü­ründen bahseden ve bunları direncini kı­rana kadar insanın şeytanla, ibadetleri Al­lah’ın emrettiği şekilde yerine getirinceye kadar nefsiyle ve cephede düşmanla cihad etmesi şeklinde sıralayan İlk sûfîlerden Hatim el-Esam belirlemiş görünmektedir. “Allah uğrunda hakkıyla mücâhede ediniz” [Hac 22/78] ve, “Al­lah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad ediniz” [Tevbe 9/41] mealindeki âyetler mücâhedenin üç türünü de kapsamaktadır

Tasavvufta cihad ve mücâhede denilin­ce genellikle kötülüğü emreden nefse [Yû­suf 12/53] ve şeytana karşı verilmesi gereken savaş; mücahid, müetehid ve ehl-i ictihad denilince de böyle bir savaş yürü­ten sâlik anlaşılır. İnsanın en azılı düşmanı nefsi olduğuna göre ona karşı açılan savaşın da en büyük savaş ol­ması gerekir. Cephede düşmanla yapılan savaşı küçük cihad (cihâdı asgar) olarak isimlendiren mutasavvıflar nefse karşı ve­rilen savaşa da büyük cihad (cihâd-ı ekber) demiştir.

Ebû Osman el-Mağribî, nefsiyie sıkı bir mücâhedeye girişmeyen sâlikin tasavvuf yolunda yeni bir şey öğrenemeyeceğini belirtir. Allah’a hitaben kendisine nasıl ula­şılabileceğini sorduğunda, “Nefsini bırak da öyle gel” cevabını aldığını, bunun üze­rine gömleğinden çıkan yılan gibi nefsin­den ve benliğinden sıyrıldığını, nefsini ri­yazet körüğüne koyup mücâhede ateşiy­le kor haline getirdiğini ve on iki yıl melâ-met çekiciyle döverek sahip olduğu merte­beye ulaştığını söyleyen Bâyezîd-i Bistâmî ile bazan kendini ayaklarından bir ağaca asarak, bazan da bir kuyuya baş aşağı sar­karak çile çıkardığı, Kur’an okuduğu ve bu durumda namaz kıldığı rivayet edilen Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın nefis mücâhedeleri meşhurdur. Sehl et-Tüsterî’nin tasavvufta benimsediği ve mensuplarına tavsiye et­tiği metot nefis mücâhedesiydi. “Mücâhid nefsiyle mücâhede eden kişidir hadisi­ne işaret eden Hücvîrfye göre nefisle mücâhedenin düşmanla savaşmaktan daha üstün kabul edilmesinin sebebi daha zor olmasıdır. Hücvîrî, nefisle mücâhede ve onu yönetmenin bütün din ve mezhepler­de önemli olduğunu, büyük sûfîlerin mut­laka sıkı bir mücâhede döneminden geç­tiklerini, çevrelerinde toplanan cemaate ıs­rarla nefse uymamayı ve ona muhalefeti ilke edinmelerini tavsiye ettiklerini belirtir. Ebû Muhammed el-Cerîrî de, “Tasavvuf barış değil savaştır” derken mücâhedenin devamlı olması ge­rektiğine işaret etmiştir.

Tasavvufta Hakk’a ermek için ahyâr, eb-râr ve şüttar olmak üzere üç tarikten (me­tot) bahsedilir. Bunlardan ikincisi olan eb-râr tarikini benimseyenler Hakk’a ermek için riyazet, mücâhede ve çileyi esas alır­lar. Bu yola mücâhede ve riyazet ehlinin yolu adı da verilir. Bu yolda az yemek, az uyumak, az konuşmak ve münzevi bir ha­yat sürmek esastır.

Mücâhede takva, istikamet veya keşif mertebesine ermek için yapılır. Haramdan sakınmak ve günahtan korunmak maksa­dıyla gerçekleştirilen nefis mücâhedesinin bir adı da takva mücâhedesidir; bu bütün müminlere farzdır. İstikamet mücâhedesi takva mücâhedesi temelinde gerçekleşti­rilir ve onun ileri bir mertebesidir. Bütün müminler bu mücâhedeye teşvik edilmiş­tir. Gönüllü olarak yapılan bedenî ve malî ibadetler mücâhedenin bu kısmına girer. Keşif ehli olmak maksadıyla gerçekleşti­rilen zor ve çileli bir hayatı gerektiren ke­şif mücâhedesi ise farz veya sünnet de­ğildir; bu mücâhedeye yerine getirilmesi güç birtakım şartlara riayet edilmesi ha­linde izin verilebilir. Ancak tehlikeleri ve sakıncaları bu­lunduğundan bu yola girilmemesi ihtiya­ta daha uygundur.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî mücâhedenin dört türünden bahseder. Ona göre “Allah mücâhede ehlini oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır” mealindeki âyet­te [Nisâ 4/95] mutlak mücâhedeye, “Al­lah yolunda mücâhede ederler” âyetinde [Mâide 5/54] mukayyed mücâhedeye, “Uğrumuzda mücâhede edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz” mealinde­ki âyette [Ankebût 29/69] keşif için ya­pılan mücâhedeye. “Allah için hakkıyla ci-had ediniz” âyetinde [Hac 22/78] hakiki mücâhedeye işaret edilmiştir. Hücvîrî de, “Uğrumuzda mücâhe­de edenleri elbette kendi yollarımıza eriş­tireceğiz” ifadesinin.[Ankebût 29/69] “Yollarımızı gösterdiklerimiz uğrumuzda mücâhede ederler” şeklinde yorumlanabi­leceğine dikkat çekmiş ve, “Talep eden bu­lur” önermesi kadar, “Bulan talep eder” önermesinin de doğru olduğunu belirtmiş­tir.

Tasavvufi çevrelerde başlangıçtan beri mücâhedeyi yanlış anlayan ve yanlış uygu­layan kişi ve zümreler olagelmiş, bu ko­nuda aşırı gidenler kâmil mürşidler tara­fından uyarılmıştır. Meselâ ilk sûfî müel­liflerden Ebû Nasr es-Serrâc el-Lüma’da ölçüsüz bir şekilde mücâhede yapanların düştükleri hatalara geniş yer ayırmıştır. Mücâhedenin aşırı şekilleri tasavvuf karşıtı çevrelerde şiddetle eleş­tirilmiştir.

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski